TKP’ye Dair Merak Ettikleriniz

TKP ülkenin onlarca kentinde örgütü, üyeleri, gönüllüleri, temsilcilikleri, semt, işçi ve köy evleri olan bir partidir. Parti binalarının illerde nerelerde olduğunu ve ilgili irtibat bilgilerinin neler olduğunu sitedeki örgütler sayfasından görebilirsiniz. Parti binaları TKP hakkında bilgi alma, partililerle tanışmak ve sohbet etmek isteyen herkesi misafir etmeye hazırdır.

Türkiye’nin bütün illerinde TKP üyeleri ve gönüllüleri vardır. Partililerimiz, o ilde, TKP’nin sözünü daha fazla kişiye duyurmak, bulundukları yerlerde Parti’yi temsil etmek ve düzenin yarattığı eşitsizliklerle mücadeleye öncülük etmekle görevlidir. Bugün eşitsizliklere ve haksızlıklara karşı, Türkiye genelinde ortaya konan tüm mücadelelerde, işçilerin ve emekçilerin haklarını arama çabalarında mutlaka TKP’lileri de görürsünüz.

TKP’liler çalışmalarını mutlaka çevrelerine duyururlar. Bunun için düzenlenen toplantılara partili olan olmayan herkes katılabilir. Toplantılarda ülkenin içinde bulunduğu durum, o bölgede yaşanan sıkıntılar, bu sıkıntılara karşı neler yapılabileceği, yeni insanlarla nasıl tanışılabileceği, halkın yararına ne gibi adımlar atılabileceği konuşulur. Toplantılarda konuşmakla kalınmaz harekete geçilir.

TKP, en ufak bir kurum veya kuruluşla maddi ilişki kurmayan bir partidir. Partinin tüm faaliyetleri kendi öz gücüne, üye ve gönüllülerinin aidatlarına, dostlarının bağışlarına dayanır. Siz de mücadelemize katkı koymak için sitemizin en alt kısmında yer alan banka hesaplarına dilediğiniz miktarda bağış yapabilirsiniz.

Sitemizdeki Gönüllü Ol sayfasından TKP’ye katılabilir; Twitter, Facebook, Instagram ve Tiktok hesaplarımız üzerinden de bizimle iletişime geçebilirsiniz.

Devrim mevcut sistemin yasalarının artık eskisi gibi işlemediği, yönetenlerin eskisi gibi yönetme ehliyetinin ve meşruiyetinin ortadan kalktığı, yönetilenlerin de koşullardan memnun olmadığı ve bir değişim isteğine ihtiyaç duydukları durumların ardından bir sınıfın egemenliğinin son bulması, yerine başka bir sınıfın egemenliğinin yerleşmesi anlamına gelir. En yalın haliyle iktidarın kısa bir zamanda başka bir sınıfın eline geçmesi demektir. İktidarı ele geçiren sınıfın programı o devrime anlamını verir.

Komünistler için devrim, sermaye sınıfının iktidarının son bulması ve işçi sınıfı iktidarının gerçekleşmesi için bir ön koşuldur. Çünkü devrim kavramının gerçek anlamına kavuşabilmesi ve tarihsel bir ilerlemenin kaydedilebilmesi için sömürülen sınıfın partisi yardımıyla iktidara el koyması gerekmektedir. Devrimle birlikte var olan toplumsal koşulların gidişatı, mevcut işleyişin dışına çıkmalı, yalnızca bir değişimden ibaret kalmamalı aynı zamanda bir sıçramaya yani bir ilerlemeye de denk düşmelidir.

Öte yandan komünistler devrimden yalnızca siyasi iktidarın ele geçirilmesini anlamazlar. Devrim aynı zamanda o devrimin öznesi olan işçi sınıfı lehine ve eski egemen sınıfların aleyhine toplumsal yaşantıyı, ekonomiyi baştan aşağıya değiştirmek anlamına gelmektedir.

Bu nedenle komünistler iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesini yalnızca bir alt üst oluş olarak tanımlamazlar, özgür, eşitlikçi, sömürüsüz, sınıfsız bir toplumun kurulması için bir ön adım olarak görürler.

TKP, işçilerin ve emekçilerin mevcut sistem içerisindeki ekonomik, toplumsal hak talep ve mücadelelerini elbette değerli bulmaktadır. Ancak bu mücadelelerin iktidarı alma amacıyla birleştirildiğinde gerçek anlamına kavuşacağını, kapitalizm koşullarında elde edilen kazanımların sınırlı ve geçici kalacağını düşünmektedir.

Solcu olduğunu iddia eden herkesi solcu kabul edecek olursak, bölünmüşlük ve dağınıklık fazlasıyla var. Bu ülkede AKP’ye destek verip solcu olduğunu iddia edenleri dahi gördük. Öyleyse bugün, kimlerin gerçekten solcu olduğunu anlamak için biraz sorgulamak ve bazı bölünmeleri hayra yormak gerekiyor.

Örneğin özelleştirmeyi savunan, ABD’den bağımsızlaşmayı, NATO’dan çıkmayı ve “AB’ye hayır” demeyi akıllarına bile getirmeyen, en kritik anlarda AKP’ye el uzatan CHP’yi hâlâ soldan sayabilir miyiz?

Ya da liberaller? Eskiden liberal solcu denirdi ve oradaki “solcu” sözcüğü büyük bir tuzaktı. Özelleştirmecidirler, cemaat severler, emperyalizme karşı olmayı barbarlık olarak görürler, AKP’ye karşı çıksalar dahi çözümü Batılı merkezlerden beklerler, her fırsatta patronların yanında saf tutarlar ama sorsanız solcu geçinirler…

İşi AKP ve Erdoğan’ı desteklemeye kadar vardıran ulusalcılar var örneğin. Bunlar “ulusal patronlar” ile işbirliğinin yollarını arıyorlar ve Kürt halkına düşmanlık yapmaktan çekinmiyorlar. Şimdi bunlara mı solcu diyeceğiz?

Biz bu kesimleri soldan saymıyoruz. Ancak öte yandan ülkemizdeki sol birikim sadece yukarıda saydığımız türden garabetlerle sınırlı değil. İyi ki de değil…

Bugün Türkiye’de sömürüye, gericiliğe, emperyalizme ve faşizme karşı samimi bir şekilde mücadele eden, AKP iktidarının ülkemizde yarattığı tahribata karşı olan sol parti ve örgütler bulunuyor. Ayrıca bu parti ve örgütler dışında farklı parti veya derneklere şu veya bu nedenle dağılmış yüz binlerce insan var.

Bu partilerin ve insanların arasında muhakkak ki bazı ayrımlar var. Olaylara farklı bakılıyor, bazı konular farklı yorumlanıyor. TKP, bu farklılıkları yok sayarak, yalnızca birleşme amacıyla hareket etmenin yanlış olduğunu düşünüyor.

Ancak yine TKP, bu farklılıkların birlikte mücadele etmenin önünde bir engel teşkil etmediğine inanıyor.

TKP sömürüye, gericiliğe, emperyalizme ve faşizme karşı samimi bir şekilde mücadele eden, AKP iktidarının ülkemizde yarattığı tahribata karşı olan sol parti ve örgütlerle birlikte mücadele etmek için elinden geleni yapıyor. Bunun en son örneği TKP’nin Sol Parti, Türkiye Komünist Hareketi ve Devrim Hareketi ile birlikte oluşturduğu Sosyalist Güç Birliği ittifakıdır.

Mevcut Siyasi Partiler Kanunu’na göre liselilerin bir partiye resmi olarak üye olması mümkün değil. Liseliler Türkiye toplumunun en dinamik kesimi ve bu sebeple düzen sahipleri liselileri siyaset dışına itmeyi hedeflemekte. Artan gericilik, sömürünün yoğunlaşması, işsizlik kaygısı… Ülkemizde yaşanan krizlerin tamamı liselileri doğrudan etkiliyor. Bu yüzden mevcut yasa meşru değildir. Türkiye Komünist Partisi, liselilerin aktif siyasete dahil olması gerektiğini savunmaktadır.

Türkiye uzun bir süredir siyasi iktidar tarafından gericileşme operasyonuna maruz kalıyor. Bu operasyonun en önemli ayağı, gelecek nesillerin “dindar ve kindar” olmasını sağlamak. Bunun için mümkün olan tüm okulları imam hatibe dönüştürmeyi, geri kalanları ise “imam hatipleştirmeyi” hedefliyorlar. Her okula mescit zorunluluğu, müfredatın bilimsellikten arındırılması, din dersi sayısının arttırılması bunun bir göstergesi. 2017-2019 yılları arası için açıklanan yatırım planında imam hatip liselerine ayrılan bütçe fen liselerine ayrılan bütçenin 15 katı.

Gericiler liselilerin aklını esir almaya kalkıyorsa, gericiliğe boyun eğmeyen, solcu, aydınlanmacı liselilerin örgütlenmesi bir zorunluluktur.

Liseliler, kapitalistler tarafından ucuz iş gücü olarak kullanılıyor. Ailenin gelirine katkı koymak ve eğitim masraflarını karşılamak için çalışan liseliler az maaş alıp en angarya işleri yapmak zorunda. Meslek liseliler staj adı altında yoğun bir emek sömürüsüne maruz kalmaktadır.

Sömürülmenin yaşı yoksa, örgütlenmenin de yaşı olmaz! Genç yaşta kapitalist barbarlığa maruz kalan, patronlara karşı öfke duyan ve çıkışı işçi sınıfının mücadelesinde gören liselilerin yeri Türkiye Komünist Partisi’dir. TKP’nin liselerdeki örgütlenmesinin ismi Solcu Liselilerdir. Solcu Liseliler, liselerde Solcu kimliğini yaygınlaştırmak, gericiliğe ve sömürüye karşı ancak Solcuların mücadele edebileceğini göstermek, sınıfında derslerine özenli, çalışkan, örnek bir insan olmak, arkadaşlarını, aileyi, öğretmenlerini sosyalizm mücadelesine katmak için …mücadele eder. Örgütlü bir liselinin mücadeleye koyacağı katkının sınırı yok…

TKP hep gençlik içinde belli kesimlerden yoğun ilgi görmüş ve genç kadrolarıyla övünç duymuş olan bir partidir. Komşu topraklardan bir şairin dediği gibi, “Komünizm dünyanın gençliğidir.” Dünyanın gençliğini kurmayı aklına koymuş olanların bu kuruluş aşamasında gençliği ikinci plana atması hiç düşünülebilir mi? TKP işte bu nedenle gençliği ara yüzey örgütlenmelerine havale etmez, doğrudan partili siyasete çağırır.

Türkiye Komünist Gençliği (TKG) genç komünist adaylarının sınandığı bir siyaset okulu olarak değerlendirilemez. Tersine, TKG gençlik içindeki çalışmalarını örgütlerken partisinin siyasetinden beslenir ve TKG üyeleri partili kimlikleriyle gurur duyarlar. Gençliğin sorunlarının sömürü düzeniyle ve bu sorunların çözümünün sosyalist seçenekle olan bağı ortadayken “komünist” bir gençlik örgütlenmesinin işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını merkeze almaması düşünülemez. TKG bu doğrultuda partisinin siyasetini gençliği ilgilendiren alanlarda yeniden üretmekte, bunu yaparken partili kimliğini gizlemek bir yana, bundan sonuna dek yararlanmaktadır.

Bir komünist partisi için gençlik içinde var olmamak ne denli kabul edilemez ise, bir komünist gençlik örgütlenmesi için de partisizlik o denli sorunludur. Bu anlamda iyi bir örnek oluşturan TKG ise partisini gençlik içindeki artan siyasal etkisiyle ve yetiştirdiği kadro adaylarıyla sürekli olarak beslemekten geri durmamaktadır.

TKG yalnızca TKP’nin siyasetine güç veren önemli bir rengi değil, aynı zamanda siyasetten uzaklaştırılıp kariyerciliğe ve uyuşturucuya sürüklenen gençliğin içinde düzen karşıtı insani bir umudu simgeler.

AKP iktidara geldiği günden bu yana yeni bir ülke kurmaya çalışıyor. Bu ülkeyi belirleyen üç özellik gericilik, piyasacılık ve emperyalizmle işbirlikçiliktir. AKP’nin kurmaya çalıştığı ülke bu üç ilke üzerinde yükselmektedir. TKP, bu ülkeyi AKP Türkiyesi olarak adlandırmayı tercih ediyor.

Partimiz içinden geçtiğimiz süreci felaket tellallığı yapmadan, kötümserlik batağına saplanmadan gerçekçi bir şekilde okumak yanlısıdır.

Türkiye’de laiklik bitmiştir. Laiklik Anayasa’da geçen bir sözcüktür artık. Toplumsal ve kamusal yaşam dini kurallara bağlanmaktadır. Dinci gericilik yaşamın bütün alanlarında kendisini hissettirmektedir. Cemaatleştirilen, kaderlerine boyun eğmeye zorlanan halkımızın, bütün olup bitenlere sessiz kalması istenmektedir. Devleti bütünüyle ele geçiren tarikatlar, artık bütün toplumsal yaşamı kontrol etmeye çalışırken, halkın her konuda cemaat şeflerinin yaptığı açıklamalara rağbet etmesi için uğraşılmaktadır.

Yargı kurumları yürütmenin emrine girmiştir. Her türden hak, parası karşılığındadır.

Devletin bütün toplumsal yükümlülüklerini terk ettiği ülkemiz, AKP eliyle patronlar için bir cennete dönüştürülmüştür. İşçi düşmanı politikalarla işçilerin elinde kalan az sayıda hak da gasp edilmiştir.

Türkiye’de yaşanan dönüşüm emperyalist kapitalist sistemde yaşanan gelişmelerle uyumludur. AKP ve Erdoğan’ın zaman zaman Batılı merkezlerle gerilim yaşaması bu gerçeği değiştirmez.

Aynı süreçte AKP eliyle Türkiye çok tehlikeli uluslararası senaryoların içine sürüklenmiştir. AKP pek çok savaş suçu işlemiş, ülkemiz pek çok kanlı saldırıya tanık olmuş, çok sayıda insanını kaybetmiştir.

Bütün bu sürecin nereye varacağını ise kimse bilemez. Bir ülkenin nereye doğru gideceğine toplumsal mücadeleler karar verir. Bu yüzden Türkiye’nin nereye gideceğini nihai olarak gösterecek olan, emekçilerin bu sürece nasıl tepki vereceğidir. Türkiye karanlık bir dönemden geçse de bu süreçte zaman zaman ayağa kalkan Türkiye halkı bu süreci durdurabilecek bir toplumsal gücün mevcut olduğunu göstermiştir. Ancak bu toplumsal gücün siyasal mücadele alanındaki karşılığı henüz yaratılmadığı için şimdilik bu yıkım devam etmektedir.

Emperyalizm, daha çok kâr arayan kapitalistlerin, ülkelerinin egemenlik alanını genişletme ve başka ülkeleri ilhak etme isteğidir. Başka ülkeler üzerinde ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri egemenlik kurabilmek ancak bazı ülkelerin sahip olabileceği bir gücü gerektirir.

TKP, emperyalist ülkelerin diğer ülkelere kendi çıkar planlarının ürünü olarak müdahale etme ve egemenlik kurma girişimlerine karşı çıkar. Emperyalistlerin planlarına karşı uyanık olmadan ülke halkının iyiliğini savunmak mümkün değildir.

Diğer yandan, emperyalizm bir dünya sistemidir. Bu dünya sisteminde her ülkenin sermaye sınıfı kendi çıkarları doğrultusunda emperyalistlerin planlarıyla belli ortaklıklara girer ve bundan faydalanır. Çünkü kapitalistler uluslararası bağlantıları sayesinde kârlarını artırır ve gelişirler. Hatta gelişkin örneklerde, ülkeler emperyalist olarak anılamasa bile kendince egemenlik alanları yaratmak doğrultusunda devamlı bir isteğe ve yayılmacı arzuya sahip olmuştur, bunun için büyük güçlerin yanında konumlanmak istemiştir ve savaşlara dahil olmuştur.

Bu yüzden antiemperyalist olmak hem emperyalistlerin hem de kendi ülkendeki kapitalistlerin çıkar ve hesaplarına karşı durmayı gerektirir. Yurtseverlik, emperyalizme karşı kendi yurdunu savunmak ve aynı zamanda kendi ülkendeki kapitalistleri iktidardan indirmek için çalışmak anlamına gelir. Yurtseverlik yurdunu işçi sınıfı adına korumak iradesi demektir. Yurtseverlik bir ülkede hiçbir koşulda işçi sınıfının ve burjuvazinin ortak çıkarlara sahip olamayacağını söyler.

Milliyetçilik ise herkesin ortak çıkarlara sahip olduğunu, sınıf ayrımı yapılmaması gerektiğini vaaz ederken işçi sınıfını ulusal kökenler doğrultusunda ayrıştırır. Gerçekte, milliyetçilik kitleleri burjuvazinin çıkarları doğrultusunda birleştirmek için uygun düşünsel, duygusal iklim yaratmaya yaramaktadır. Tarihte milliyetçilik burjuvazinin çıkarlarını savunmak amacıyla emperyalist savaşlara halkları ikna etmek ve birbirleriyle savaştırmak için kullanılmıştır.

TKP, Suriye’de yaşananların emperyalizmin bölgesel planlarından bağımsız ele alınamayacağını düşünüyor. Bu yaklaşım TKP’nin “Arap Baharı” değerlendirmeleriyle de tutarlıdır.

Partimiz en başından beri Suriye halkı ile dayanışmayı ve Türkiye hükümetinin Suriye’ye yönelik cihatçı saldırganlığı beslemesini engellemeyi önüne koydu.

Suriye yönetimi, özellikle Beşar Esad iş başına geldikten sonra Batı ile iyi ilişkiler kurmayı, dışa açılmayı ve ekonomik liberalizasyonu hedefleyen bir siyaset izlemeye başlamıştı. Batı’nın Suriye’den istediği, İran ve Hizbullah’la ilişkilerini kesmesi, İsrail’le normalleşmesi ve ülkenin Batılı sisteme ekonomik entegrasyonuydu.

Arap Baharı’ndan önceki bu süreçte Batı’nın ajanlığını yapan unsursa, AKP hükümeti oldu. “Kardeşim Esad”lı dönemlerde dahi, Erdoğan ve AKP iktidarı Suriye’yi “yumuşatarak” uluslararası sisteme dahil etme, bu sırada da Türkiye burjuvazisinin Suriye pazarında öncelik elde etmesini hedefliyordu. AKP’nin bir diğer isteği de Esad’dan Müslüman Kardeşler’e Suriye’de yer açmasıydı.

Baas yönetiminin bu taleplere ayak diremesi Suriye’ye yönelik açık emperyalist saldırganlığı beraberinde getirdi. Dünyanın dört bir yanından cihatçılar, emperyalizmin gözetiminde Suriye’ye sokulurken, ABD’nin bölgesel müttefikleri de türlü cihatçı örgütlere silah ve para desteği vererek Suriye’nin uzun yıllar etkileri silinmeyecek bir yıkımın içerisine düşmesine neden oldular.

TKP bir yandan emperyalist müdahaleye, cihatçı teröre ve bu terörde AKP hükümetinin payına karşı dururken, bir yandan da bölge halklarının emperyalizmden nihai kurtuluşu için çabalarını sürdürüyor. Ancak TKP, Suriye halkının direnişinin bölge halklarına bir nefes alma fırsatı verdiğini bilmekle birlikte, Suriye’de şu anda savaşan kamplara “eşit mesafede” durmasa da, ABD’nin karşısındaki Rusya ve İran gibi ülkelere herhangi bir ideolojik yakınlık beslemiyor.

AKP bütün dünyaya Suriye’den kaçan insanlara sahip çıktığı yolunda bir propaganda yapıyor. Bu propaganda bir değil bir dizi yalan içermektedir.

Öncelikle Suriye nüfusunun dörtte birine yakın bir oran anlamına gelen 5 milyon kişinin ülkesini terk etmesinin nedeni önüne geçilemez bir afet değildir. Emperyalizm, dinci gericilik ve bölge devletlerinin örgütlediği bir tezgah sonucunda Suriye’nin bütünü kanlı bir savaş alanına dönüşmüştür. AKP hükümeti bu savaşın başlatıcısıdır ve bundan dolayı kurtarıcı değil suçludur.

İkinci olarak göçmenlerin hukuki statüsü özellikle belirsiz bırakılmıştır. Türkiye’deki göçmenler uluslararası antlaşmalardan doğan haklardan yoksundur. Bu, AKP hükümetine ve hizmet ettiği patronlar sınıfına bir dizi avantaj sunar. Örneğin Suriye hükümetine karşı savaşan unsurların her an yeniden sınırın ötesine geçmesi ve gerektiğinde geriye gelip Türkiye’de sığınak bulması, tedavi olması, askeri ve ideolojik eğitim alması mümkün kılınmıştır. Ciddi bir denetimle bu yasa dışı uygulama gerçekleştirilemezdi.

Çukurova’dan sınır boyuna ve Antep’e uzanan geniş bir bölgede emek gücünün ağırlığı Suriyeli göçmenlere kaymıştır. Kaçak, sigortasız, maliyeti düşük bir emek gücüdür bu. Bu geniş kitlenin kuralsız istihdamı, yerli emekçilerin ücretlerini aşağıya doğru baskılamakta, her tür sınıf örgütlenmesini fiilen zorlaştırmakta ve etkisizleştirmektedir.

Kuralsızlık göçmenleri Ankara’nın dış politikasında bir araç haline getirmektedir. AKP sık sık başka ülkelere kalabalık grupları göndermekle tehdit etmekte, Batı’dan para sızdırmak için şantajda bulunmaktadır. Başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri de göçmen akışını nitelikli, ihtiyaç duyulabilecek unsurlarla sınırlı tutmayı amaçlamakta, bunun karşılığında Türkiye’ye pay ödemeyi de kabul etmektedir.

Göçmenlere vatandaşlık ve seçme hakkı verilmesi de Türkiye ilericiliğine yönelik bir diğer tehdit sopasıdır.

Bu uygulamalar temelden yanlış bir yaklaşımın varlığını kanıtlamaktadır. TKP bu yaklaşımın kırılıp atılmasını savunmaktadır. Suriyeli göçmenler özelinde bu ülkeye yönelik dış müdahalelere son verilmesi ve Suriye halkının meşru Şam yönetimi aracılığıyla ülke güvenliğini sağlaması mevcut göçün çok büyük bölümünü geri çevirecektir. Barış politikası göçmen sorununun çözümünde bir numaralı anahtardır.

Ancak bunun yanı sıra TKP, ülkemizde yaşamak durumunda kalan herkesin temel insan ve vatandaşlık haklarından yararlanmasını savunur. Bu insanlara çalışma olanağı sağlanması ve insanca yaşam koşullarının güvence altına alınması devletin sorumluluğudur. Sosyalist Türkiye sınırlarını yalnızca kendi güvenliği için kapatmayı düşünecek, ihtiyaç duyan, göç etmek zorunda kalmış insanlarınsa kendilerini evlerinde hissetmelerini mutlaka sağlayacaktır.

Göç olgusu işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi, işsizliğin faturasının başka kökenden işçilere çıkarılması, milliyetçi önyargıların, şovenizmin kışkırtılması anlamlarına gelir. TKP bu dalganın karşısına örgütlü emekçileri çıkartmanın temel mücadele yolu olduğunu bilmektedir. TKP artık işçi sınıfımızın parçası haline gelen Suriyeli ve başka kökenden emekçileri örgütlemek için uğraş vermekte, diğer yandan yerli işçilerde şovenizm ve ayrımcılığın yükselmesine karşı mücadele etmektedir.

TKP, dört beş yılda bir insanların sandığa gitmeleriyle hiçbir köklü değişimin gerçekleşmeyeceğini bilen bir partidir. İnsanların haksızlıklarla, eşitsizliklerle mücadele etmediği ve bütün işi sandığa havale ettikleri bir toplumda iktidardaki güçlerin işi rahatlaşır. Çünkü tepkisiz ve mücadele etmeyen bir toplumu seçimlerde ikna etmek oldukça kolaydır.

Bu düzenin öyle ya da böyle devamından yana partiler her türlü maddi imkanı, yolsuzluğu, hileyi ve inanç sömürüsünü kullanarak halkın önemli bir kısmını ikna edebilirler. Bu nedenle TKP’ye göre gerçek bir dönüşüm için halkımızın mücadeleye başlaması şarttır.

Diğer yandan, seçim dönemleri insanların siyasetle ve ülke gerçekleriyle en fazla ilgilendikleri dönemlerdir. Ayrıca, yine seçimlerde alınan sonuçlar ve bu sonuçlarla oluşan TBMM’nin bileşimi de ülkenin gündemini belirlemek açısından yok sayılamaz.

Bu yüzden TKP seçim dönemlerinde kendi politikalarının daha fazla insana duyurulması için, daha fazla insanın sosyalizme destek vermesini sağlamak için var gücüyle uğraşır. Tarihte sosyalistlerin meclise girdiklerinde ne kadar etkili olabildiklerini gösteren örnekler vardır. Türkiye’de de 1965 yılında, 15 Türkiye İşçi Partisi milletvekilinin meclise girmesi, düzen partilerini ve patronları korkutmuş, halkımız için ise bir umut olmuştur. Ancak TKP’nin seçimlere girme amacı mecliste temsil edilme hedefine sıkıştırılamaz. TKP için seçimler sosyalizm mücadelesinde bir araçtır. Bunun nedeni şu anki seçim sisteminin adaletsizliğinden dolayı TKP’nin barajı aşıp meclise girmesinin oldukça zor olması değildir. TKP bundan çok daha zor bir hedef için, emekçiler adına iktidarı almak için uğraşmaktadır.

Üstelik, AKP’li yıllarda Türkiye’de seçimlere gereğinden fazla önem verilmesi ve bu seçimlerden alınan sonuçların yarattığı hayal kırıklığı, insanları mücadeleden uzaklaştırmaktadır. TKP, seçimlere yaklaşımıyla, seçimlerin siyasette tuttuğu yerin önemsizleşmesi için de çaba harcamaktadır. İnsanların tüm mücadeleyi seçimlerde oy kullanmaya indirgemesi bu ülkenin başına gelebilecek en büyük felaketlerden birisidir.

Parti, temel hedefleriyle seçimlere dönük yaklaşımı arasında bir boşluğun oluşmasına izin vermez ve devrimci stratejisinden vazgeçmez. Seçimlerde elde edilmesi muhtemel bir başarı için ilkelerinden taviz vermez, örneğin yalnızca seçim odaklı hesaplarla geçici ittifaklar kurmaz.

TKP, seçimlerde sosyalizm alternatifinin mümkün olan en geniş kesimlerce desteklenmesi için uğraşır. Seçimlerde de örgütlenme faaliyetine öncelik verir.

Emperyalizm, daha çok kâr arayan kapitalistlerin, ülkelerinin egemenlik alanını genişletme ve başka ülkeleri ilhak etme isteğidir. Başka ülkeler üzerinde ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri egemenlik kurabilmek ancak bazı ülkelerin sahip olabileceği bir gücü gerektirir.

TKP, emperyalist ülkelerin diğer ülkelere kendi çıkar planlarının ürünü olarak müdahale etme ve egemenlik kurma girişimlerine karşı çıkar. Emperyalistlerin planlarına karşı uyanık olmadan ülke halkının iyiliğini savunmak mümkün değildir.

Diğer yandan, emperyalizm bir dünya sistemidir. Bu dünya sisteminde her ülkenin sermaye sınıfı kendi çıkarları doğrultusunda emperyalistlerin planlarıyla belli ortaklıklara girer ve bundan faydalanır. Çünkü kapitalistler uluslararası bağlantıları sayesinde kârlarını artırır ve gelişirler. Hatta gelişkin örneklerde, ülkeler emperyalist olarak anılamasa bile kendince egemenlik alanları yaratmak doğrultusunda devamlı bir isteğe ve yayılmacı arzuya sahip olmuştur, bunun için büyük güçlerin yanında konumlanmak istemiştir ve savaşlara dahil olmuştur.

Bu yüzden antiemperyalist olmak hem emperyalistlerin hem de kendi ülkendeki kapitalistlerin çıkar ve hesaplarına karşı durmayı gerektirir. Yurtseverlik, emperyalizme karşı kendi yurdunu savunmak ve aynı zamanda kendi ülkendeki kapitalistleri iktidardan indirmek için çalışmak anlamına gelir. Yurtseverlik yurdunu işçi sınıfı adına korumak iradesi demektir. Yurtseverlik bir ülkede hiçbir koşulda işçi sınıfının ve burjuvazinin ortak çıkarlara sahip olamayacağını söyler.

Milliyetçilik ise herkesin ortak çıkarlara sahip olduğunu, sınıf ayrımı yapılmaması gerektiğini vaaz ederken işçi sınıfını ulusal kökenler doğrultusunda ayrıştırır. Gerçekte, milliyetçilik kitleleri burjuvazinin çıkarları doğrultusunda birleştirmek için uygun düşünsel, duygusal iklim yaratmaya yaramaktadır. Tarihte milliyetçilik burjuvazinin çıkarlarını savunmak amacıyla emperyalist savaşlara halkları ikna etmek ve birbirleriyle savaştırmak için kullanılmıştır.

Düzen, sermaye sınıfının iktidarını devam ettirdiği, sömürünün var olduğu toplumsal sisteme verilen gündelik isimdir. Sermaye sınıfı iktidardayken toplumun siyasal, ekonomik ve hatta kültürel işleyişi bu sınıfın çıkarı doğrultusunda devam ettirilmek istenir. Sermaye sınıfı kâr hırsıyla var olduğundan tüm toplumsal yaşam bu hırs doğrultusunda kötürümleşir ve yaşanılamaz hale gelir.

Düzen bir yandan insanların var olan yaşam biçiminin ve konforlarının sürmesini simgelerken, diğer yandan insanların bu hayatta karşılaştıkları tüm zorlukların da ismidir.

TKP, düzen sözcüğünü bugünkü sıkıntılarımızın temel kaynağını göstermek için kullanır. Parti bu nedenle bu düzeni yıkmak istemektedir. Ama bir şartla… Yerine başka bir düzen, emekten, insanlıktan yana, eşitlik ve özgürlük getirecek bir düzen kurma şartıyla…

Düzen partisi ise, bu düzenin aynen devam etmesi için çaba harcayan, bu toplumsal sistemi muhafaza etme ve korumak amaçlı çalışan partilere verilen isimdir. Düzen partileri sistemin başında duran

patronların iktidarının değişmeden devam edebilmesi için siyaset yaparlar. Onlar politik hatlarını
bu düzenden dışarı çıkışın ve bu toplumsal sistemin bir alternatifinin olmadığı kandırmacası üzerine kurarlar.

İşçiler, emekçiler olarak bizim çıkarlarımız aslında sömürünün olmadığı başka bir düzenden yanadır. Bu düzenin devamlılığı işimize gelmemektedir. Ancak sömürü düzeninin kanıksanması, sömürünün din, millet gibi kavramlarla örtülmesi, bazen de “bu sömürü düzenini yıkamayız ama en azından biraz düzeltebiliriz” gibi vaatler seçim sandığı ortaya konulduğunda oldukça etkili olmaktadır.

Bu kandırmacayı yalnızca seçim dönemlerinde değil, çocukluktan itibaren evde, mahallede, okulda, işyerinde duymaya başlarız. Sömürü düzeni bizi dört bir yandan kendisine bağlamaktadır. Bugün ihtiyaç olan, sömürülenlere gerçek çıkarlarını yüksek sesle haykıran ve başka bir düzenin mümkün olduğunu anlatan cesur, öncü insanlardır. TKP bu insanları bir araya getirmek ve böylece güçlerini artırmak için vardır.

TKP, Türkiye’nin tüm halklarını sosyalist Türkiye’nin kurucu öznesi olarak görmektedir. TKP, bu halklardan Kürt halkının eksikliğinin sosyalizm mücadelesinin devrimle buluşmasını zora sokacağının farkındadır.

Bu durum sosyalist iktidardan sonrası için de geçerlidir. TKP, iktidara geldiğinde eşitliğin aynı zamanda halklar arasında eşitliği sağlamak olduğunu bilir. Kürt sorununun kaynağında toplumsal eşitsizlikler vardır. Kürt sorunu, kapitalist piyasa ekonomisinin getirdiği eşitsizlikler nedeniyle bugün geldiği noktaya ulaşmıştır.

TKP, Türkler, Kürtler ve diğer tüm halkların ve toplumsal kesimlerin, ülkemizin toplam zenginliklerini ve olanaklarını eşit, özgür ve adil bir biçimde paylaşmasını yasal düzenlemeler ile garanti edecektir. Bu halkların ve kesimlerin birbirlerinden uzaklaşmaları anlamına gelen, ayrımcılık getiren tüm düzenlemeleri iptal ederek yeni ve sosyalist bir anayasa oluşturacaktır.

Farklı ulus ve halkların özgürce bir arada yaşadığı Sosyalist Türkiye’de

bütün yurttaşların etnik ya da ulusal kökenlerine bakılmaksızın eşit haklardan yararlanmaları sağlanacaktır.

Kapitalist Türkiye’de Kürtler, Kürt illerinde işsiz, batıda ise ucuz iş gücü demektir. Kapitalist Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu bölgeleri, kapitalist kalkınma planları ile halkın çoğunluğunu değil, Kürt ve Türk sermayedarlarını kalkındırmaktadır. TKP, sosyalist devrim yolu ile insanı insana köle eden sermaye düzenini ortadan kaldırılmasının, Kürt sorunun çözümü açısından ilk adım olduğunu bilir.

Parti, ülkenin birliğini korumak
ve tüm halkların kardeşçe birlikte yaşayacağı bir ülke kurmak için bu düzenin değişmesinin şart olduğunu savunmaktadır.

TKP, sosyalist cumhuriyetin gerçek sahibi olan tüm halklardan emekçilerin, sosyalist kazanımların koruyucusu olduğunu düşünmektedir. Parti, geçmişin mirası olan tüm sorunları ortadan kaldıracak yetenek ve iradeye sahip olduğundan hareketle halklar arasında sağlanacak kardeşliği güvence altına alır.

AKP’ye karşı çok kitlesel bir tepki var. Toplumun önemli bir kesimi ile AKP’ye karşı.

Bu kesim, toplumun etkili, üretken ve çoğu zaman da ileri kesimlerini oluşturuyor. Siyasal partilerle ilişkileri hatta siyasal yönelimleri ne olursa olsun.

AKP karşıtlığının temelini büyük ölçüde komünistlerin de sahip çıktığı, hatta öncülüğünü yaptığı değerler oluşturuyor. Bağımsızlık ilkesi, barış arzusu, bir yol gösterici olarak bilime bağlılık, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması isteği gibi.

Toplumsal dokuda AKP karşıtlığı bunlarla belirlenirken, yine de tek parça olarak, tam bir uyumla ortaya çıkmıyor.

Oysa tutarlı bir AKP karşıtlığının tek yolu işçi sınıfının, emekçi halkın yanında yer almaktan geçiyor. Aydınlanma ve çağdaşlaşma arayışı, yoksul emekçileri görmezden gelerek, eğitimde parasallaşmaya onay verip özelleştirmeyi savunarak yürütülemiyor.

Ama AKP karşıtlığı, siyasal ifadelerini yaratmak, karşıtlığa temel olan değerleri pozitif bir kurucu talep haline getirmek, giderek iktidara talip olmak konularında tıkanıyor.

Düzen siyaseti, AKP’nin karşısında oluşan toplumsal yığınağı kontrol altına almak ve törpülemek için bu tıkanmayı kullanıyor.

Sermaye sınıfı, çok kolay gözden çıkartıp, deyim yerindeyse cami avlusuna terk edebildiği ilerici fikirleri, zaptı rapt altına almak, kontrolden çıkmaması için kendi avcunda tutmak istiyor. Düzen siyasetinin AKP dışı unsurlarını bu noktada göreve çağırıyor.

Sorun, toplumdaki AKP karşıtlığının TKP’nin görüşlerine bire bir uymaması değil. “Tüm siyasi partiler” bu karşıtlık temelinde birleştiğinde, toplumdaki AKP karşıtlığını temsil eden bir cephe de ortaya çıkmıyor. Toplumda AKP ve Erdoğan nefretinde cisimleşen, öncesi ve sonrası da olan bir gericilik karşıtı birikim var. “Tüm siyasi partilerin” AKP karşıtlığında birleşmesi çağrısı, bu birikimin radikalleşmesi, giderek düzenin tüm gerici unsurlarına yönelmesi ve yönetilemez hale gelmesi ihtimaline karşı devreye giriyor.

İşin aslı, bugün “hayır cephesi” adı verilen, neredeyse AKP dışındaki tüm düzen partilerini de kapsadığı iddia edilen “AKP karşıtı birlik” AKP’ye ilerici bir alternatif yaratmayı da hedeflemiyor. AKP’yi gözden çıkarmadan, merkez sağda daha kabul edilebilir bir yeni odağı, büyük ölçüde AKP kaynaklarıyla yaratmak asıl amaç. Toplumda zaman zaman infial seviyesine ulaşan AKP karşıtlığı, AKP’deki sağcı, piyasacı, gerici birikimi Erdoğan tekelinden kurtarmak için bir baskı aracı olarak kullanılıyor.

Düzen siyasetinin ve sermaye sınıfının halkımıza “bu kadarına da şükür” dedirtmesine TKP izin veremez, vermeyecektir.

TKP, AKP karşıtlığına bir değer veriyor. Ama sorunun Erdoğan’dan veya AKP’den ibaret olmadığını savunuyor.

Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı yıllarında da sonrasında Cumhurbaşkanlığı döneminde de çok soruldu “ne zaman iktidardan düşeceği.” 15 yılı aşkın bir süre boyunca Türkiye siyasetinde belirliyici öneme sahip olan biri olarak Tayyip Erdoğan’ın yenilgisi üzerine bir tartışmanın sürmesini kimse yadırgamamalı. Üstelik Erdoğan, toplumun en az yarısını öfkelendiren, rahatsız eden, dünyada da çok tepki çeken bir kişi.

Ancak bu soru, halkımızı nasıl bir tuzağa düşüreceği hesaplanarak yanıtlanmalıdır. Sorunların kaynağında tek bir kişinin olduğunu düşünmek belki bizi rahatlatabilir ama sağlıklı bir sonuca götürmez. Aslında Erdoğan ne kadar önemli olursa olsun, Türkiye’deki sorunların kaynağından çok sonucudur. Tayyip Erdoğan yıllar önce Türkiye’nin kaderini elinde tutan zengin patronların, uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin desteği ile iktidara geldi. Türkiye’nin asıl sorunu işte bu sömürücü sınıflardır. Yalnız Erdoğan gittiğinde, sömürücü sınıflar da gitmeyecektir.

Bu nedenle Erdoğan’ın gitmesinden çok Erdoğan’ın nasıl ve kimler tarafından gönderileceği önemlidir. Eğer Erdoğan bugün kendisiyle gerilim yaşamakta olan zengin patronlar, uluslararası tekeller ve emperyalist ülkeler tarafından alaşağı edilirse, bunun halkımıza hiçbir faydası olmayacak, belki de Türkiye bugünkünden daha karanlık bir döneme girecektir.

Türkiye’nin önünü açması için, Erdoğan’ın gidişine halkımızın, emekçilerin örgütlü mücadelesinin yol açması gerekir. 2013’te Haziran Direnişi’nde bunun mümkün olabileceği görüldü. Zaten bu görüldüğü için düzen güçleri, medya, sözde muhalefet partileri ve emperyalist ülkeler Erdoğan’ı halk hareketiyle değil saray entrikaları ile veya patron aklıyla oluşturulan siyasal ittifaklarla indirmeye çalışıyorlar.

Türkiye Komünist Partisi bu çabalardan uzak durmakta ve emekçi halkın örgütlü mücadelesinin yükselmesi için yoğun bir çalışma sürdürmektedir. Erdoğan’a karşı mücadelenin sermaye düzeni ve emperyalizme karşı mücadeleden koparılamayacağı, partimizin her zaman temel aldığı bir gerçektir.

TKP, yaşayan bütün dil ve kültürlerin zenginliklerini koruyarak özgürce devamlılığından yanadır. Bir dilin sadece günlük yaşamda kullanılıyor olması, o dilin varlığının güvence altına alınması anlamına gelmemektedir. Günlük hayatta kullanılan bir dil, o halkın aynı zamanda eğitim dili olmalıdır.

Ülkemizde çok sayıda yerli dil konuşulmaktadır. Türkçeden sonraki en yaygın dil olan Kürtçe başta olmak üzere bu dillerin her birinin yaşatılması, zenginleştirilmesi, eğitim ve kültür dili olarak gelişmeleri devlet tarafından sağlanmalıdır.

Eğitim çağına gelen çocukların ailelerinde öğrendikleri dille eğitimlerini sürdürmeleri temel bir hak olarak güvence altına alınmalıdır. Vatandaşların ülkemizin farklı dillerini öğrenmeleri teşvik edilmeli, kolaylaştırılmalıdır.

Türkçe dışında bir anadili olan vatandaşların toplumun ortak iletişim dili olan Türkçeyi öğrenmesi temin edilirken, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ülkemizin diğer bir dilini öğrenmesi orta öğretimin parçası haline getirilmelidir. Devlet üniversitelerinde bütün dillerimizi ve ilgili halkların kültür ve tarihlerini konu alan bölümler, enstitüler açılmalıdır.

Ülkemizde batı dilleri eğitim, kültür ve iletişim dili olarak teşvik edilirken, halkımızın anadillerinin üstünün örtülmesi utancından kurtulunmalıdır.

Türkçe, devletin resmi dili olarak korunurken yerel yönetimler dahil olmak üzere, bölgesel düzeyde ikincil dillerin kullanımının önü açık olmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, nerede, hangi görevde, hangi konumda olursa olsun, Türkçe dışında bir dille kendilerini daha rahat ifade edeceklerini beyan etmeleri durumunda söz konusu dili özgürce kullanabilmelidirler. İlgili kurum çeviri hizmetini temin etmekle yükümlü olmalıdır.

Enerji üretimi, konutlara ve sanayiye elektrik sağlamanın yanı sıra ısınma ve ulaştırmada da hayati öneme sahiptir. Ülkemizde enerji üretimi esas olarak tamamına yakını ithal olan petrol, doğalgaz ve kömüre dayanmakta suya dayalı ve yenilenebilir enerjinin payı yüzde 10’larda kalmaktadır. 2002’den bu yana süren AKP iktidarında dışa bağımlılık yüzde 65 seviyelerinden yüzde 75’lere yükselmiştir.

AKP’nin enerji piyasasını özelleştirme, piyasada devletin payını küçültme ve faaliyetlerini denetimle sınırlama politikası sebebiyle ülkemizin zaten kısıtlı olan doğal kaynakları büyük şirketlere peşkeş çekilmiş, piyasaya verilen yüksek alım garantileri ve teşvikler yüzünden doğayı ve yaşamı tahrip etme pahasına her kaynağın başına santraller dikilmiştir. Ayrıca buradan elde edilecek kazancın yandaşlar arasında rahatça bölüşülebilmesi için denetim aygıtı siyasi iktidarın elinde oyuncak olmuş, zaten sermaye çıkarlarını gözeten mevzuat fiili durumlara kılıf uydurmak için yamalı bohçaya çevrilmiştir.

Serbest piyasanın kurallarına tabi olmuş enerji sektörü kuralsızlık, plansızlık ve denetimsizliği beraberinde getirmektedir. Bunun sonucu olarak doğa tahrip edilmekte, yurttaşların enerjiye erişiminde piyasanın çıkarları doğrultusunda fiyatlandırma ve kısıtlamalara gidilmesinin önü açılmaktadır.

Neticede ülkemizde kaynak ve üretim sorunlarından daha çok bir yönetim sorunu vardır. AKP enerji politikalarında sınıfta kalmıştır.

TKP, enerji sektörünün piyasalaştırılıp özelleştirilmesine şiddetle karşıdır. Hâlihazırda enerji yatırımları bir plan doğrultusunda değil özel sektörün talepleri ve çıkarları doğrultusunda gelişmektedir. Partimiz, enerji alanında toplumun çıkarlarını gözeten kamusal planlamayı ve kar odaklı özel işletmeciliğe karşı nitelikli bir kamu işletmeciliğini savunmaktadır.

TKP, doğayı ve yaşamı ve yaşamı tahrip eden, plansız yürütüldüğü için toplumsal faydası oldukça düşük olan ve AKP’nin sağladığı yüksek alım garantileri ile özel sektörün sürekli iştah kabarttığı HES projelerine kesinlikle karşıdır.

Benzer şekilde TKP, denetim aygıtlarının AKP’nin çıkarları doğrultusunda noter gibi çalıştığı günümüzde tamamen yabancı sermayeli bir şirkete teslim edilmiş olan Akkuyu Nükleer Santral Projesi’ne açıkça karşıdır. Nükleer enerji, Türkiye-Rusya ilişkilerinde koz olarak kullanılamayacak kadar hassas bir konudur. AKP’nin bu projeye bir enerji yatırımı gözüyle değil bir siyasi proje olarak baktığı açıktır. Tüm ekipmanı, yakıtı hatta işletici personeli bile Rusya’dan gelecek santralin enerjide dışa bağımlılığı azaltacağı palavradır. TKP ülkemizin kirli siyasi ilişkiler ve kasasını doldurmak isteyen şirketler yüzünden nükleer çöplüğe çevrilmesine karşı duracaktır.

Türkiye halkı boğazına kadar borca batmış durumda ve gittikçe derinleşen bu borç sarmalı Türkiyeli emekçilerin hayat karşısında takındıkları tavrı ve siyasi tutumlarını doğrudan etkiliyor. Resmi rakamlara göre tüketici kredisi veya kredi kartı borcu nedeniyle takibe düşenlerin sayısı üç milyonu geçmiş durumda. Bu rakam hane halkı borçlarındaki artışla da uyumlu. AKP iktidarının başlangıcıyla bugün kıyaslandığında bir ailenin 50 kat daha fazla borçlu olduğu görülüyor. AKP döneminde tüketim artıyor ve artan tüketim yükselen oranlarda borçla yapılıyor.

İnsanlar, yalnızca otomobil veya konut almak için borçlanmıyorlar. Türkiye’de gittikçe daha fazla kullanılan ihtiyaç kredileri aslında borcu borçla kapatmanın bir yolu. Bunlara yine ihtiyaç gidermenin bir yolu olarak görülebilecek kredi kartları borçları eklendiğinde, toplam borcun büyük kısmının bu iki kalemden oluştuğu ve insanların mal edinmek için değil yaşamlarını devam ettirmek için borçlandığı görülüyor. Üstelik bu rakamlara finansal sistemin dışından alınan borçlar dahil değil. Türkiye’de tefecilerden akrabalara uzanan geniş bir yelpazede farklı yöntemlerle kişilerden borç almanın çok yaygın olduğu biliniyor. Türkiye halkının rakamların gösterdiğinden daha borçlu olduğu bir gerçek.

Borç yoluyla henüz harcanmamış emeğin satılması ise özgür emekçinin sisteme bağlılığının maddi temelini oluşturuyor. Emeğin peşinen satılması ücretli köleliğin kölelik tarafını şiddetlendiriyor ve daha iyi bir yaşam arzusuyla yola çıkan emekçiler kendilerini bir köleye dönüşmüş olarak buluyor.

Türkiye’de emekçiler AKP iktidarı boyunca her yıl bir öncekinden daha fazla çalıştı, daha fazla üretti. Ancak artan üretim işçi sınıfına değil sermayeye aktarıldı. Üretim artışına, reel olarak ekonomide büyüme sağlanmasına rağmen emekçilerin gelirlerinde, ücretlerinde artış gerçekleşmedi.

Oysa Türkiye tüm emekçilerin daha iyi bir yaşam isteğini karşılayacak maddi olanaklara sahip bir ülke. Bu yaşama kavuşmak için de kimsenin borçlanmasına gerek yok. Borçlandıranların, üretim araçlarını ve serveti haksız bir şekilde ellerinde tutanların mallarına el koyulması yeterli. Böylece hali hazırdaki borçların tamamından da kurtulacağız.

Türkiye’nin kaynakları, kamu bütçesi, işçi sınıfının daha iyi ücretler almasına kapitalizm koşullarında bile elverişli. Ancak kaynaklar sermaye sınıfına aktarılıyor. Bu aktarımın en önemli araçlarından biri de bankalar.

TKP iktidara geldiğinde emekçilerin bankalara olan tüm borcu silinecek. Sosyalizmde sömürü ilişkilerinin sonlandırılması kapsamında mali sermayenin ve dolayısıyla bugünkü haliyle bankacılık sektörünün faaliyetleri de sınırlandırılacak, özel bankalar kapatılacak ve kamu bankaları eliyle bazı temel hizmetlerin sunulması dışında bankaların tefecilik yapmasına izin verilmeyecek.

Bugünkü sömürü düzeninde, çok küçük bir azınlık dünyada ve Türkiye’de tüm zenginliğin önemli bir bölümüne sahip olurken, çoğunluğu oluşturanlar bu zenginlikten çok az pay alıyor. Ülkelerin zenginlikleri, emekçilerin tüm ürettikleri, bir avuç zenginin malı, mülkü parası haline geliyor.

Zengin azınlığın aldığı pay arttıkça, emekçi halkın aldığı pay azalıyor. Zenginlerin elde ettikleri servetler, çok çalıştıkları için değil, emekçileri sömürüp, ülkemizin tüm kaynaklarını talan etmeleri sayesinde oluşuyor. Zengin daha zengin olurken, yoksullar daha yoksul oluyor. Bu, sömürü düzeninin kuralıdır.

Patronlar ve onların siyasi partileri, işçilerin aldığı payın azalması için çaba gösterir. Hep daha fazlasını kazanmak isterler. Bu düzen böyle devam ettikçe de yoksulluk artar. Sonra da bizim yoksulluğun kader olduğuna inanmamızı beklerler.

İşsizlik, kapitalizmde hiçbir zaman sona ermez, kapitalizmin doğasında işsizlik vardır. İşsizlik, işçilerin daha ucuza çalıştırılmaları için patronların elinde önemli bir silahtır. İş alanlarının yaratılması için yatırım yapılması gereklidir. Devlet tamamen bu alanı terk etmiş, özelleştirmelerle elindekileri de satmıştır. Sermayedarlar ise kendileri için kârlı alanlarda yatırım yapmak ister. Bazıları ise yatırım yapmaz, ithalat-ihracat ile üretmeden, tüketime yönelik olarak çalışır. Yeni iş alanlarının yaratılamaması, emekçilerin daha ucuza çalışmalarını sağlamak için yapılan düzenlemeler yoksulluğu ve işsizliği artırır.

Bugün, çalışma koşulları patronlar ve siyasi iktidarlar tarafından öyle bir hale getirilmiştir ki, iş bulup çalışanların önemlice bir bölümü dahi yoksuldur. Oysa üretilen tüm değerlerin eşit paylaşımı mümkün olsa, özel mülkiyet ortadan kaldırılsa ülkemizde yoksulluk da işsizlik de ortadan kalkar. Çünkü, bugün ülkemizin ve dünyanın ulaştığı gelişkinlik düzeyinde, toplam üretim herkese insani yaşam koşulları sağlamak için yeterlidir. Üretim biçimi sorunlu olduğu için, üretim araçları patronların elinde olduğu için üretimin sonucunda ortaya çıkan zenginlik eşit ve hakkaniyetli bir şekilde bölüşülmemektedir.

İşsizlik ve yoksulluk sermaye düzeninin sorunudur ve bu nedenle kader değildir. Bu düzen değiştiğinde, işçiler iktidara geldiğinde, işsizliğin de yoksulluğun da sonu gelecektir.

Türkiye’de işçi sınıfının siyasal yelpazenin soluna yerleştiği evre kabaca 1960-80 arasıdır. Öncesinde ve sonrasındaki deneyimleri görmezden gelmemize neden olmaması gereken bu saptama dürüst biçimde yapılmak durumundadır. Bu süre çok sınırlıdır ve işçi sınıfının solcu bir kültüre sahip olması açısından bir dizi kısıtı karşımıza dikmiştir.

Ancak işçi sınıfının kapitalizmin mezar kazıcısı olduğu yolundaki Marksist formül bu gerçeğin üstündedir. Kalıcı olan mezarı kazıcıların nereden çıkacağıdır. TKP, ülke gerçeğine içkin tarihsel zaaflarla bu temel önermeye dayanarak mücadele eder.

Öte yandan AKP’li yıllarda solda ümitsizlik beslemeye hizmet eden ve her tür sapmanın dilinden düşürmediği, “emekçiler sağa oy veriyor” tezi abartılmamalıdır.

Bir kere, işçi sınıfının dünya çapındaki yenilgisi tam da bu anlama gelmektedir. Fransa’da veya Macaristan’da ırkçı sağ patronların oylarıyla mı yükseldi, sanılıyor. Sosyalist ülkelerde karşı-devrim işçi sınıfını sosyalizmden kopartarak başarıya ulaşmadı mı?

İkinci olarak; elbette işçi sınıfının yüz yılı aşkın örgütlenme pratiği yaşadığı, dayanışma gibi solcu değerlerin kendiliğinden bir reflekse, bir sınıf kültürüne dönüştüğü toplumlarda oy davranışına ilişkin çıpalar daha sağlam görünmektedir. Ama oralarda da liberalleşmiş sosyal-demokrat burjuva partilerinin ehveni şer olarak değerlendirilmesi neye yarar ki?

Üçüncüsü; Türkiye’de lümpen proletaryanın, üretimden kopartılan küçük köylülüğün, para sirkülasyonundan nemalanan kitlesel taşra ticaret burjuvazisinin AKP gericiliğiyle girdiği ilişki ile modern işçi sınıfının girdiği ilişki arasında nitel farklılık vardır.

Sonuç olarak bu tartışma işçi sınıfının bir hareketlilik göstermediği, mutlak biçimde örgütsüzleştiği, bölündüğü, görülmemiş bir ideolojik ve kültürel bombardıman altında tutulduğu bir ortamda yapıldığı göz ardı edilemez.

İşçi sınıfının sağcılaştığını, gericileştiğini iddia edenlerin gideceği yer ise bellidir. Ya diyeceklerdir ki, o halde başka toplumsal kesimler arayalım kendimize veya sınıfları boş verip örneğin kültürel kimliklere yüzümüzü dönelim. Ya da madem ki işçi sınıfı bile gericiliği kabul etti, biz de dinci gericilikle mücadele, aydınlanmacılık gibi meşgalelerden uzaklaşalım! Türkiye solunda her ikisi de söylenmiştir… TKP, bu teslimiyeti reddeder.

Mücadele eden işçi sola yakınlaşır. Kentli işçi sınıfı şeriat hukukuna uyum sağlayamaz.

Türkiye’de yaşanan her ekonomik kriz, sermaye ile ülkenin çıkarlarının asla birbiriyle yana yana gelemeyeceğini gösteriyor. Yine yaşanan her krizin faturası emekçilere kesildiği için, işçilerin hakları geriletirken, ücretleri düşürülürken, sömürü oranları artırılırken, ülkede sermayenin boyunduruğu güçleniyor.

Krizler Türkiye’deki sermaye gruplarını ekonomik olarak farklı davranmak zorunda da bırakıyor. Bu yeni yönelimler, dünya kapitalizminin gidişatıyla da uyumlu oluyor. Türkiye’de son 20 yılda yaşanan her ekonomik sarsıntı, Türkiye’yi emperyalizme daha bağımlı hale getirirken, Türkiyeli patronların yabancı sermaye ile işbirliğinin artması sonucuna yol açtı.

2001 sonrasında özelleştirmeler, yurt dışı yatırımlar ve yabancı şirketleri ortak alma ya da şirketleri tümüyle satma vakalarında büyük bir patlama gerçekleşti. Bugünün Türkiye’sinde “sermayenin çıkarları” dendiğinde zaten hep tartışmalı olan yerli-yabancı ayrımı iyice silikleşti.

Bunun gayet mantıklı nedenleri var. Her şeyden önce dünya ölçeğinde sermayenin yoğunlaşması inanılmaz boyutlara vardı.. Artık çoğu malı çok daha az sayıda dev şirket, bütün dünya pazarları için üretiyor. Çoğu ülkede yerli şirketler, bu tekel hakimiyetinin kendi bölgesindeki küçük ortağı haline gelmeye razı oluyor.

Finans ve ticaret alanında kârların katlanarak artması ve sermayenin çok hızlı büyümesi, dünya kapitalist sisteminin yerel sermayeyi hazmetme kapasitesini inanılmaz noktalara vardırdı. Son yıllarda büyüklüğü Türkiye ekonomisinin tümüyle karşılaştırılabilir olan şirketler hızla birbirlerini satın alıyor veya el değiştiriyor.

Yabancı sermaye, kârını çok artıracağı yani daha fazla sömüreceği ülkelere gidiyor. Teşvikler, vergi muafiyetleri, oluşturulan serbest bölgeler, yabancı sermayenin yatırım yapması için cazip koşullar olarak sunuluyor.

Yabancı sermaye, gittiği ülkelerin ekonomik olarak bağımlılığını artıran bir işleve sahiptir. Unutulmamalı ki, sermaye kendisi için yatırım yapmaya geliyor. Devletin ve halkın kazanması için değil. Öncelikle bunun akılda tutulması gerekiyor. Türkiye yabancı sermayeyi çekebilmek için pazarladığı kendi üstünlükleri arasında büyük ve gelişen iç piyasa, kalifiye ve düşük maliyetli işgücü ve vergi sisteminin rekabetçi yapısını sıralıyor. Yalnızca bu maddelerin kendisi bile yabancı sermayenin ülkemize ve insanlarına kazandırmak için değil sömürmek için geldiğinin en güzel kanıtını oluşturuyor.

Sermaye, ekonominin yasaları gereği “kâr” elde etmeyi düşünür. Bugün bunun için en önemli koşul, yabancı tekellerle daha fazla işbirliğine gitmektir.

Ancak dünya kapitalizmi bu işbirliğini zorlamasa dahi, emekçiler açısından, sermayenin yerli-yabancı ayrımının bir anlam taşımadığı hiç unutulmamalıdır. Önemli olan bu düzende emekçinin artı değerine her zaman sermayedarlar tarafından el konulmasıdır. Emekçiyi sömürenin yerli veya yabancı olması bu ilişkinin karakterini değiştirmez. Yerli ve yabancı patronlar arasında bu ilişki bağlamında hiçbir fark olamaz.

TKP, bu sömürü ilişkisini toptan kaldırmayı hedeflediği için patronlara tümüne birden karşıdır. Parti için bu çok temel bir ilkedir.

Sermaye düzeninde asgari ücret, işçi sınıfının mücadelesinin tarihsel bir kazanımı olmakla birlikte, piyasa mekanizmasının çalışması için bazı kolaylıklar da sağlar. Örneğin, işçileri yaşatacak kadar bir ücretin devlet tarafından garantilendiği görüntüsü oluşturulur. Sermayedarların birbirleriyle rekabet edebilmek için işçi ücretlerini daha da düşürmelerinin önleneceği; işçilik maliyetleri eşitlenerek rekabetin teknoloji türünden diğer alanlara kaydırılacağı varsayılır.

Gerçekler, yansıtılmak istenen durumdan oldukça farklıdır. Örneğin, ülkemizde asgari ücretin satın alma gücü çok düşüktür. Öyle ki, dört kişilik bir ailenin yoksulluk seviyesinin üstüne çıkabilmesi için ailenin bütün bireylerinin çalışması bile yetmez. Kaldı ki, ülkemizde çalışanların yarısı, kayıt dışı, sigortasız, gündelik-haftalık yevmiyeyle ya da mevsimlik çalıştırılmaktadır. Böylece, patronlar, çoğu işkolunda yasal asgari ücretten çok daha düşük düzeylerde işçi çalıştırabilmekte; bu emekçilerin sağlık, emeklilik, yıllık izin gibi birçok hakkını bu yolla gasp etmektedirler.

Kuşkusuz, kayıt dışı istihdam, bilinçli bir devlet politikasıdır. Adil bir asgari ücret önerisi yapmadan önce alınması gereken acil önlemler, devletin tüm vatandaşlara anayasal düzeyde iş ve yoksulluktan kurtulabilecek ücret garantisi taahhüt etmesi, kayıt dışı istihdamı engellemesi, her işçiye iş olanağı sağlaması ayrıca her işçinin sendika üyesi olmasını sağlamasıdır. Bunlar yapılmadığı sürece, patronlar işsizliği düşük ücretle, kayıtsız, sigortasız ve sendikasız çalıştırmanın bir tehdidi olarak kullanacaklar; asgari ücret ise, göstermelik bir mekanizma olarak kalmaya devam edecektir.

Kapitalizmde asgari ücret tartışmalarında temel konu sömürünün, yani patronların kârının düzeyinin ne olacağıyla ilgilidir. Ücret, bu öncelik dikkate alınarak belirlenir.

TKP, öncelikle ücretin belirlenmesinde bu önceliğin dikkate alınmasına karşı çıkar. Öncelik patronların kârı oldukça, asgari ücret dahil ücretler toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi yığınların ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olur. Ücretlerin yüksek olduğu durumda bile aslında patronlar emekçilerin yarattığı ve ücretin misliyle üzerinde olan artı değere el koymaya devam etmektedirler. Bu nedenle kapitalizmde ücret, ne kadar yüksek olursa olsun adil değildir.

TKP, sömürünün ortadan kaldırılmasını hedefler. Sosyalist ekonomide patronların el koyduğu bir üretim artığı olmayacağından, tüm kaynaklar emekçiler için kullanılır. Bu kaynaklar ücret olduğu kadar, ücretsiz ulaşım, sağlık, eğitim, barınma, ısınma, güvenlik gibi temel insani ihtiyaçların toplumsal olarak karşılanması olarak da emekçilerin kullanımında olacaktır.

TKP’nin kuruluş amacı, sömürüye dayalı kapitalist düzenin yıkılıp yerine halka eşitlik ve özgürlük getirecek bir düzenin, yani sosyalizmin, kurulmasıdır. Her parti belli bir amaçla kurulur, bütün politikalarını o amaç çerçevesinde şekillendirir. Bu nedenle, TKP’nin sosyalizme duyduğu inancı sorgulamak yanlıştır.

TKP, sosyalist iktidar perspektifine sahip bir partidir. İktidara gelmek için kurulmuştur. Parti, Türkiye’nin sorunlarının kendi iktidarında çözüleceğini iddia etmektedir.

TKP’liler iktidarı almak ve sosyalizme ulaşabilmek için bugünkü düzende yaşanan haksızlıklarla mücadele etmek gerektiğini düşünürler. Haksızlıklarla mücadele etmeden, tek başına isteyerek ve inanarak bir dileğimizin yerine gelebileceğini düşünmek, bizim dünya görüşümüzle taban tabana zıttır. Örneğin, TKP eğitim sisteminin ve öğretmenlerin hayat şartlarının kökten değişmesi için sosyalizme inanır ve bunun için mücadele eder. Ancak yine TKP’liler, bu düzende eğitimin gericileştirilmesini veya öğretmenlerin borç harç içinde ay sonunu zor getirmelerini elleri kolları bağlı izlemezler. Bu koşulların en hızlı şekilde değiştirilmesi için, yani haksızlıkların yarından tezi yok giderilmesi için de mücadele ederler.

Biz şunu çok iyi biliyoruz; bu sömürü düzeninde insanlığın hiçbir temel sorunu köklü bir şekilde değiştirilemez. Örnek mi arıyoruz? Bu ülkede haklı olarak ayrımcılığa uğradığını düşünenler var ve bir kısmı Avrupa’yı örnek alırsak bu sorunun çözülebileceğini söylüyor. Onlara tavsiyemiz, Avrupa’nın büyük ülkelerinde yaşayan göçmenlerden biriyle on dakika sohbet etmeleridir. Sermayenin egemen olduğu tüm ülkelerde, Avrupa da dâhil, ayrımcılığın, ezilmenin ve dışlanmanın biri biter, biri başlar. Dün Afrikalıların yaşadığı eziyeti bugün Suriyelilerin veya Rumenlerin yaşamayacağının hiçbir garantisi yoktur. Çünkü sömürü düzeni insanları ezmek, bölmek ve birbirlerine düşürmek üzere kurulmuş bir düzendir.

İşte bu yüzden bugün karşılaştığımız her türlü haksızlığın ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması için var gücümüzle mücadele edeceğiz, ancak bu sorunlarının köklüce çözümünün sosyalizmde olduğunu bilerek…

TKP en başta bu sorunun böyle sorulmasına, bir partinin dinle ilişkisinin bu düzlemde sorgulanmasına karşıdır. Bu sorunun bu şekilde sorulması ve yanıtlanması tuzakların en büyüğüdür. Bir tür sahtekarlıktır. Partiler, siyasetin bir aracıdır, kendini siyasi bir alanda var eder. Din ile siyaset alanları birbirlerinden tamamen ayrılması gereken alanlar olduğu için, iki alanı birleştirmeye veya ilişkilendirmeye çalışan bu tür sorular yanlıştır.

TKP, toplumun herhangi ve belirli bir dini anlayış üzerine kurulmasının ve şekillenmesinin doğru olmayacağını savunur. Kamusal alan dinsel anlayış üzerine kurulamaz. Siyasete din girmemelidir. Bununla birlikte toplumsal yaşantı da dinsel kurallardan esinlenerek düzenlenemez.

TKP’ye göre herkes neye inanacağına karar vermekte sonuna kadar özgürdür. Ama asıl sorun, insanların inanç özgürlüğü konusunda değil, başka bir noktada çıkmaktadır. Çünkü dinci gericilik toplumsal ve siyasal hayatın dine göre düzenlenmesini, devletin çalışırken dinsel kuralları dikkate almasını talep eder.

TKP’nin bu konudaki tavrı nettir ve parti bu konuda esneklik gösteremez. TKP din ve vicdan özgürlüğünü temel bir hak olarak görür. Ancak din ve vicdan özgürlüğü başkadır, dinin toplumsal ve siyasal hayata kurallar koymaya kalkışması başka…

İsteyen istediğine inanır ama örneğin kimse bu dinsel inancı zorla okullarda çocuklara öğretmeye kalkışamaz.

İnsanlığın yüzlerce yılda büyük mücadeleler sonucunda elde ettiği haklar dinsel kurallar bahane gösterilerek geriletilemez. Mesela inanç bahanesiyle kadınların giyimine kuşamına karışılamaz, kadına toplumda ikinci sınıf insan muamelesi yapılamaz. Ya da kimse, ceza kanunlarını dinin öngördüğü cezalara göre uygulayamaz.

TKP için önemli olan başka bir dünyanın var olup olmaması değil, bu dünyadaki adaletsizliklerin bu dünyada çözümlenmesidir. Parti böylesi bir kader anlayışını reddeder. Savaş, eşitsizlik, sömürü bir tür alınyazısı olarak görülemez.

Komünistler insanların kılık kıyafetine bakarak ayrımcılık yapmaz. Komünistler, inançları gereği örtünmeyi tercih eden insanlara baskı kurmaz. Bizler, diri diri insan yakan yobazlara benzemeyiz, zorba değiliz!

Ancak türban, uzun yıllar boyunca siyasi bir kavganın simgesi olmuştur. Üstelik, türban kadına yönelik cinsiyetçi bir baskının da aracıdır.

Türkiye’nin büyük bölümünde kadınların örtünme baskısıyla karşı karşıya olduğunu da göz ardı edemeyiz. Bugün bırakın taşrayı, büyük şehirlerin kenar mahallelerinde bile kadınlar işe girebilmek, hatta sokağa çıkabilmek için örtünmek zorundadır. Kadınlar üzerindeki bu gerici baskıyı da asla kabullenemeyiz. Kılık kıyafet özgürlüğünü, türban özgürlüğüyle yan yana koyma hatasına asla düşmeyiz.

Sözde insanların “özgürlüğü” için mücadele eden AKP ve benzerleri, kadınlara ve hatta ilkokul çağındaki kız çocuklarına uygulanan örtünme baskısına sesini çıkarmıyor. AKP, iktidarda olduğu süre boyunca tüm atamalarda, eşlerin türbanlı olmasını adeta bir koşul haline getirmiştir.

Biz, meseleye salt bir “türban sorunu” olarak bakmayız. Sosyalist iktidar altında insanların giyimi bir sorun olmayacaktır. İnsanlara inançlarından dolayı asla ayrımcılık yapılmayacaktır. Ancak tarikatların başta kadınlar olmak üzere, halkımız üzerinde ideolojik, kültürel ve siyasal bir baskı kurmalarının önüne geçilecektir. Toplumsal yaşamda özgürlükleri kısıtlayan her tür baskı ortadan kaldırılacaktır. Sosyalizm kılık kıyafetle uğraşmayacak, fakat cemaatler dâhil dinci gericilikle sonuna kadar “uğraşacaktır”!

Türkiye’de herhangi bir siyasi akımın toplumsallaşması için dinle barışması gerektiği iddiası, Türkiye sağının en bilindik yalanlarından birisidir. Aslında bununla kastedilen açıktır: Türkiye’de laikliğe sahip çıkan bir siyasi hareketin başarı şansı yoktur!

Demek istedikleri budur. Türkiye’deki laiklik tutmayacaktır, dolayısıyla solun, seküler olması gereken, laikliği savunmak zorunda olan solun bu memlekette geleceği olamaz.

İşin acı tarafı, bu iddia yaygın bir şekilde kabul görmektedir. İşin daha acı tarafı, AKP iktidarındaki Türkiye’de yaşanan dönüşümle birlikte, bu iddiaya karşı çıkan neredeyse bir tek komünistler kalmıştır.

Kendilerin solda tanımlayanlardan dahi, dinsel referanslardan medet umanlar çıkmış, ilahiyatın bir de solcusu çıkmış, solculuğun dinsellikle meşrulaştırılması gibi garip bir çabanın içine girilmiştir.

Oysa tam tersi doğrudur. Siyaset alanı, solun kendisi de dahil olmak üzere, ne kadar dinsellikten arınırsa, solun başarı sansı o kadar artacaktır. Bu ikisinin arasında doğrusal bir ilişki vardır.

Siyaset alanında dinsellik meşrulaşıp yaygınlaştıkça, sol bunları kullansın ya da kullanmasın fark etmez, insanlar solculuktan uzaklaşır. Çünkü dinin yaygınlaştığı bir siyasi alanda insanlar en doğal haklarını bile aramaktan vazgeçerler. Hak mücadelesinin yerine yardım ve sadaka dilenmek alır. Toplumun geniş kesimleri, bu ülkede daha adil bir düzen kurulabileceğine dönük umudunu kaybeder, daha iyi bir dünya talebi soyut bir geleceğe ertelenir.

Dinselliğin yayıldığı her alanda sağcılık kazanır. Bunun istisnası olamaz. Sosyalizmin toplumsallaşmasını zorlaştıran bu sadaka kültürü, kadercilik ve umutsuzluktur. Aynı sadaka kültürü, kadercilik ve umutsuzluk, dinci gericiliğin toplumsallaşmasına yarar…

Sol bu tabloyla barışamaz. Solun kendisini anlatması için dinsel referanslara ihtiyacı yoktur. Eşitlik ve özgürlük, kutsal kitaplardan alınma cümlelerle anlatılmak istendiğinde, aynı kutsal kitapların başka cümlelerinin farklı noktalarda karşımıza çıkmasını kimse engelleyemez. Müslümanlığın veya başka bir dinin “gerçek” versiyonlarını aramak solcuları işi değildir. Gerçek müslümanlığın ne olduğuna karar vermek siyasetin konusu olamaz.

Sol ne yaparsa yapsın dinci gericilik, solu “din düşmanlığıyla” suçlamaktan asla vazgeçmeyecektir. Bunun çaresi, gericilerle din istismarı yarışına girmek değildir. Sol, gerici yozlaşmaya karşı toplumun vicdanı olmalı, emekçilere mücadele azmi ve umut aşılamalıdır. Aşmamız gereken en büyük engel, budur!

Cemaat ve tarikatlar, Türkiye Anayasası’na göre yasadışıdır. Buna rağmen ortalık cemaatlerden geçilmiyor!

AKP hep Türkiye’de cemaatlerin yasaklandığını, ama halkın cemaatleri bağrına bastığını iddia etti. Tamamen yanlıştır. Doğrusu, Türkiye’deki sömürü düzeninin, cemaatlerden asla vazgeçemecek oluşudur. Hem de yasadışı ve laikliğe aykırı olmalarına rağmen!

Çünkü cemaatler, yoksul halkı yönetmenin, ona boyun eğdirmenin en güçlü araçlarından biridir. Yoksullara bu adaletsiz düzen karşısında isyan etmek yerine, itaat etmeyi öğretir. Emekçilere hakkını aramak dayanışmak yerine, güçlüden, zenginden dilenmeyi öğretir. Okumak için, iş bulmak için, üç kuruş sadaka alabilmek için… Dilenen ve istediğini alamayınca da “kaderim buymuş” diyen bir halk, bu düzen için bulunmaz nimettir!

Yoksullara şükretmeyi, kanaatkâr olmayı öğreten cemaat liderleri, son model arabalarla gezmektedir. Cemaatlerin her biri, holding benzeri büyük birer sermaye grubudur. Bu dinsel örgütlenmeler, holdinglere çok benzer ve üstelik hayır kurumu, vakıf gibi tüzel kişilikler yoluyla normal sermaye yapılarının tabi olduğu vergilerden de kaçınan, özel çıkarlar için toplumsal kaynakları emen parazit kurumlardır.

Bazıları binler, bazıları on binlerce insanı istihdam eden bu çeteler, Türkiye’de yalnız siyaset alanının değil, tüm burjuva düzeninin çok önemli birer parçasıdır. Egemen ideolojinin başlıca unsuru haline gelmiş olan dinci gericilik bu yapılardan salgılanmakta, yoksulluğu sürdürülebilir kılan ve yoksulları düzene bağlayan yardımlaşma ağlarının merkezinde tarikatlar durmakta, devlet aygıtı tarikatlar tarafından parsellenip paylaşılmakta, AKP diktasının resmi ve paramiliter kolluk güçleri bu yapılardan devşirilmektedir. Tarikatlar bütün bu işlevleri aynı ihale kovalayan şirketler gibi rekabet içerisinde üstlenmekte, Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları çerçevesinde kendilerine en fazla kâr sağlayacak görevleri üstlenmek için birbiriyle yarışmaktadır. AKP bu rekabet-işbirliği ilişkisinin üst kurumu gibidir.

Cemaatler, başta kadınlar ve gençler olmak üzere, toplumdaki gerici baskının örgütleyicisidir. Kız çocuklarını okula göndermeme kampanyalarının arkasında onlar vardır. Kadınların sosyal hayata katılmasına ve çalışmasına karşı çıkarlar. Özellikle küçük şehirlerde gençlere ve öğrencilere karşı ahlak zabıtalığına soyunur, taciz ederler. Kısacası zihinlerin aydınlanmasına, kültürel ve sosyal yaşamın özgürleşmesine, kadın-erkek eşitliğine düşmandırlar.

Bu nedenle TKP, cemaatleri eşit ve adil bir toplumun, emekçilerin hak arama mücadelesinin ve özgürlüklerin düşmanı olarak görür. Parti, laik geçinen burjuva siyasetçilerin dahi dirsek teması kurduğu bu yapılarla asla ilişkilenmez, bu yapıları “iyi-kötü” diye tasnif etmez ve toplumsal zeminde tümünün zayıflatılması için mücadele eder.

Sermaye iktidarı, siyaseti halksız icra edilen bir alan olarak tarif ederken, emekçileri bu alandan dışlıyor, kendi yaşamı, hakları ve geleceği için mücadele etme fikrini marjinalleştiriyor. Kadınlara gelince bu sorun katmerleniyor. Siyaset arenasının erkek egemen kültürün hakimiyetinde oluşu, kadının özgür bir birey değil, reisi erkek olan bir ailenin parçası olarak tarif edilmesiyle örtüşüyor. Evin geçiminin sağlanmasının erkeğin rolü olması gibi, ülkeye dair büyük kararlar vermek de bu büyük kararların izleyicisi ya da mücadele edeni olmak da, yine onun işi olarak tarif ediliyor.

Kapitalizmin kadına biçtiği rol, erkek egemen kültürü canlı tutuyor, hem ev içindeki tahakküme hem de sermayeye boyun eğen olması bekleniyor. TKP, siyasetteki erkek egemenliğini, parlamentodaki cinsiyet dağılımının çok ötesinde bir problem olarak görüyor, bu sorunun çözümü için kadını eşit ve özgür bireyler hale getirecek toplumsal koşulların oluşması için mücadele ediyor.

Sömürü, gerici baskı, yoksulluk, savaş ve şiddet sarmalındaki kadınların özgün mücadele gündemleri düzenin sınırlarını zorluyor. Burjuva siyasetinin kadını dışlayan ve kimliksizleştiren erkek egemen kültürü ile bastırılamayacak bu gündemler, sınıfsal zeminde kurulacak bir örgütlülükle buluştuğu anda düzeni sarsabilecek güçte.

Kadınların kota uygulamalarına maruz bırakılmaları, bir vitrin süsü olarak görülmeleri kazanım olarak görülemez, aksine hakarettir. Bu biçimsel önermeler, kadınların kurtuluşuna dair uğraklar olarak değil oyalama olarak kabul edilebilir.

Kadınların özgün gündemleri ve kimlikleriyle var olacakları siyasi pratik, emek cephesindeki duruşundan bağımsız olarak değerlendirilemez. Gericiliği mahkum etmeyen, patronları hedef almayan, savaşa ve emperyalizme karşı durmayan bir siyasi hareketin kadın temsilcisi, siyaset arenasının kadın dostu olduğunu göstermez. Burjuva siyaseti, hakları için mücadele eden kadına kapılara kapatırken, sömürü ve baskıdan yana olana davetkardır.

TKP, siyasetin erkek işi olduğu algısını kırmaya dönük mücadele eder, düzenle kavgası olan kadınları saflarına davet eder. Partimiz, kadınların kurtuluşu yolunda kalıcı kazanımların peşine düşecek bir mücadelenin kararlı takipçisidir. Sosyalizmin, yeni bir yaşamın inşaasındaki eşit bileşenler olacak olan kadınlar, kapitalizmi yıkacak olan devrimci mücadelenin eşit bileşeni olan kadınlardır.

Emperyalist devletler güce bağlı olarak bir hiyerarşi içinde bulunurlar ancak bu hiyerarşi mutlak değildir. İşçi sınıfı tarafından emperyalizme son verilmediği sürece emperyalist piramitte sıralama zaman içinde değişme eğilimi gösterecektir. Bunun en iyi bilinen örneği, İkinci Dünya Savaşı esnasında emperyalist sistemin en tepesindeki İngiltere’nin konumunu kaybetmesi ve ABD’nin sistemin liderliğini üstlenmesidir.

Bugün ise ABD’nin emperyalist sistemdeki yeri tehdit ediliyor. ABD çok kısa bir süre önce dünya üretimine katkı payında Çin tarafından geçildi. ABD emperyalizminin çok önemli bir aracı olan Dolar hegemonyası Avro’dan sonra Çin para birimi Yuan karşısında gerileme belirtileri gösteriyor. Çin, Asya’dan Avrupa ve Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada farklı projeler vesilesiyle bir hegemonya alanı yaratmaya çalışıyor ve ABD’nin ideolojik/ siyasi hegemonyasını tehdit ediyor.

Şu anda Çin ile ittifak ilişkisi içinde olan Rusya’nın Ortadoğu’da oynadığı rol ve ABD’nin Suriye’de istediğini elde edememesi de emperyalist sistemdeki başat konumunun sarsıldığını gösteriyor.

Buna karşılık ABD halen askeri olarak dünyanın en güçlü ülkesi olarak biliniyor. Ancak rakip devletlerin, özellikle Çin ve Rusya’nın askeri alanda önemli bir yol kat ettiklerini fark ediyoruz.

TKP emperyalist sistemin içindeki bu çatlakları dikkatle izliyor, öte yandan bu gerilime müdahale edecek işçi sınıfının örgütlü gücünü hesaba katıyor. Örneğin, ABD’de düzenin önemli dayanaklarından “orta sınıfların” hızla erimesi ve bağımsız bir işçi sınıfı siyasetinin etkili hale gelme olasılığını göz önünde bulunduruyor. ABD hegemonyası altındaki Meksika ve diğer Latin Amerika ülkelerindeki işçi sınıfının devrim arayışını yakından izliyor ve dayanışma içinde bulunuyor.

NATO İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Batı Avrupa’da “komünizm tehlikesi”ni önlemek için ABD öncülüğünde kuruldu. Savaş sırasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ile ABD, İngiltere, Fransa aynı cephede Almanya’ya ve onun müttefiki İtalya ile Japonya’ya karşı savaşmaktaydılar.

İngiltere, Fransa ve ABD kapitalist sistemle yönetilen ülkelerdi. Bu ülkelerde iktidarı elinde tutanlar, emekçiler değil, tersine çalışanları, emekçileri, işçileri sömüren sınıflar bloğuydu. SSCB’de ise emekçiler iktidardaydı.

Bu koşullarda Batı Avrupa’da, özellikle Fransa, Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerde komünizmin prestiji hızla arttı. Komünist partiler iktidarın eşiğine geldiler. Kendi emekçi sınıfları tarafından iktidardan uzaklaştırılacaklarını düşünen Avrupa sermayesinin yardımına ABD yetişti. Bu ülkelere ve bu arada Türkiye’ye komünist faaliyetleri bastırmak için finansal yardım yapıldı. Sadece finansal yardım elbette yetmeyecekti. Bir de askeri örgütlenme gerekiyordu. İşte NATO, Batılı kapitalist ülkelerin SSCB’deki emekçi iktidarına karşı oluşturduğu, sermaye iktidarının koruyucusu, emekçilerin düşmanı bir askeri ittifak olarak ortaya çıkmıştır.

ABD, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere emperyalist ülkeler yeni bir saldırı ve savaş örgütü kurmuşlardı.

O günden bu yana NATO sosyalizme, emekçi halklara karşı etkili bir suç makinesi olarak faaliyetlerini sürdürmüştür.

NATO, birliğe üye bütün ülkelerde Gladio adıyla gizli kontrgerilla örgütleri kurulmasını sağlamıştır. Bu paramiliter yasa dışı örgütler provokasyonlardan bombalamaya kadar çok sayıda insanlık dışı suçları işlemişlerdir. Özellikle sol düşünceye ve hareketlere karşı kullanılan bu gizli örgütler pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de birçok faili meçhul cinayetin arkasındaki temel güçtür. ABD güdümlü bu tip NATO örgütlenmelerinin yapıları değişse de hâlâ faaliyet gösterdikleri bilinmelidir.

NATO iddia edildiği gibi bir savunma paktı değildir. 1990’ların başında SSCB çözülmüştür. Ama kapitalist sistemi kollamak ve savunmak üzere kurulan bu pakt, görevine devam etmekte, tüm dünyaya yayılmakta ve sermayenin egemenliğinin bekçiliği görevini canla başla yerine getirmektedir. NATO, emperyalist kapitalist sistemin yumruğudur ve bu yumruk giderek daha geniş bir coğrafyaya uzanmaktadır.

Sovyet Blok’una karşı kurulduğu iddia edilen NATO bugün emperyalizmin çıkarları doğrultusunda dünyanın her yerinde askeri üsler bulunduruyor.

Türkiye, Kore Savaşı’nda bile bile feda edilen yüzlerce halk evladının kanı üzerinden 1952 yılında NATO üyesi yapıldı. Yıllarca da Sovyetler Birliği tehdidi olduğu söylenerek NATO üyeliği savunuldu. Sovyetler Birliği’nin ne Türkiye ne de başka ülkeler üzerinde bir tehdit oluşturmadığı bu ülke ortadan kalktıktan sonra görüldü.

Türkiye’nin NATO’ya girişi, kesinlikle ülkenin değil, egemen sınıfların çıkarları ve güvenliği doğrultusunda bir karardır.

NATO üyesi olan Türkiye, ordusunu NATO’nun emrine verdi. Üst rütbeli subaylar, kendilerinden çok daha düşük rütbede olan NATO, daha doğrusu, Amerikan subaylarının emrine girdiler. Eğitimden başlayarak her türlü silah ve diğer araç gereç teminine kadar her konuda NATO ile ABD’ye bağımlı hale geldik. ABD yardımına muhtaç olmadığımız tek bir askeri alan kalmadı.

ABD ile NATO’ya girmeden yapılmaya başlanan ve NATO üyeliği sürecinde sayıları artan bir sürü askeri, ekonomik ve siyasi ikili anlaşma imzalandı. İkili anlaşmalar ve NATO üyeliği sonucunda, ülkemizde doğrudan ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’a ya da NATO Komutanlığına bağlı olan askeri üsler açıldı.

Türkiye, günümüzde de NATO’nun taşeronluğunu yapmaktadır. Topraklarımızda ABD ve NATO’nun askeri üsleri varlıklarını sürdürmektedir. İncirlik başta olmak üzere, bu üslerde halen nükleer başlıklı silahlar bulunmaktadır ve bu silahlar ABD subaylarının denetimindedir. Bu üslerden havalanan ABD askeri uçakları, eskiden olduğu gibi, komşularımızın topraklarına askeri müdahalelerde bulunmakta, ülkemizin güvenliği tehdit edilmekte, egemenlik haklarımız hiçe sayılmaktadır.

Ülkemizin her alanda ABD’ye muhtaç olduğu, ABD’nin liderliğindeki kamptan ayrıldığımızda başımıza türlü felaketler geleceği öne sürülüyor. Bu bir yalandır. Üstelik bu iddianın bazı gericilik karşıtı insanlar tarafından sıklıkla dile getirilmesi üzücüdür.

Bugün başımıza gelen felaketlerin baş sorumlularından biri ABD’dir. Bu ülke ABD’yle çıkar bağlarını sürdürdüğü sürece başından bela eksik olmayacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin kanatları altına giren Türkiye’de neler olmuştur?

Türkiye Sovyetler Birliği’ne karşı bir ileri karakol olarak yapılandırılmış, ülke nükleer silah deposuna çevrilmiş, anti-komünizm memleketi baştan aşağı çürütmüştür. Bu çürüme AKP iktidarına giden yolu açmış, AKP de cumhuriyeti bitirmiştir.

Emperyalist planların içine aktif olarak dahil olan Türkiye tüm bölge halklarının düşmanlığını kazanmıştır.

Emperyalist yağma ülkeyi sanayisizleştirmiş, tarımımızı çökertmiştir.

Tüm savunma sanayimiz emperyalist tekellere bağımlı hale gelmiştir.

Peki tüm bunlar neden yapıldı?

Birincisi, bu ülkenin sermaye sahipleri, emperyalist yağmadan pay aldığı, emperyalist şirketlerin komisyonculuğunu yaparak para kazandığı için.

İkincisi, sermaye sahipleri, emekçilere yani bize karşı emperyalistlerin desteğini almak istediği için.

Hiç unutmamamız gereken şudur: Türkiye, emperyalist ülkelerden “yardım” alan değil, bu ülkelere kaynak aktaran bir ülkedir. Türkiye’nin borçlu olduğu yalandır. Türkiye’den sadece borç ödemesi adı altında çıkan kaynaklar, borç ve kredi adı altında girenlerden çok fazladır. Üstelik fazlasıyla ödediğimiz bu paraların halkımıza ve ülkemize değil, para babalarına faydası dokunmuştur.

Kendisini özgürlük ve demokrasinin beşiği olarak göstermeye çalışan ABD, dünyadaki savaşların, yaşanan acıların ve yoksulluğun baş sorumlusudur. Bu ülkeye özgürlük ve demokrasi ABD’den gelmeyecektir. Askeri darbe ve acılarla dolu yakın tarihimiz bunun somut ispatıdır.

Türkiye’de bağımsızlık ve özgürlük istemenin ilk koşulu ABD’ye karşı olmaktır.

Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve ücretli emeğin sömürülmesine dayalı bir yapıya sahiptir. Üretilenler pazara, kimin kullanacağı önceden bilinmeyen mal olarak sunulur. Her şey, kapitalist pazarda alınıp satılır bir maldır. Bu pazarın düzenleyicisi, planlayıcısı yoktur. Daha fazla kâr elde etmek temel amaçtır. Kâr oranlarındaki değişimler, bütün sistemi belirler. Rekabet, ekonominin değişmez parametrelerinden biridir. Pazarın bu düzensiz, karmaşık, rekabetçi yapısı, kapitalizmin işleyiş yasaları ve temel eğilimleri ile birlikte ancak krizlere yol açabilir.

Örneğin, ortaya çıkabilecek tıkanıklıkları hesaba katmaksızın, üretimin artması her zaman kârın artması anlamına gelmeyecektir. Bu durumda, sermaye birikim süreçlerinde tıkanıklıklar oluşmaya başlar. Sermaye, kendisini geliştirmeye çalıştıkça kapitalist işleyişin doğasından gelen engeller ile bir çatışmaya girer. Bu çatışma, bazen çok derinleşmekte, bazen daha hafif atlatılmaktadır. Kapitalizm, tarihsel olarak sürekli yükselen bir çizgide ilerlemez ve genelde genişleme ve daralma evreleri birbirini izler. Kapitalist ekonomi inişli çıkışlı bir biçimde ilerlemesinin nedeni kapitalizmin krizinin yapısal, bir diğer deyişle krizin kapitalizme içkin olmasıdır.

Siyasi iktidarların uygulamaları, krizin zaman zaman derinleşmesine neden olabilir. Yine aynı iktidarlar aldıkları önlemlerle krizi aşmaya çalışabilirler. Ancak bu adımlar kapitalizmin doğasına has krizleri aşmaya asla yetmez.

Aynı zamanda düzen partileri fırsatçılık yaparak halkı krizden çıkışı ancak kendilerinin başarabileceğine de ikna etmek ister. Halbuki düzen değişmeden krizlerden kurtulmak mümkün değildir.

Bu nedenle, ekonomik krizleri siyasetçilerin kötü yönetimine bağlamak yanlıştır. Kapitalizm, doğası gereği krizlere mahkûmdur. Siyasetçiler bu krizlerin nasıl yönetileceğini, daha doğru bir ifadeyle, bu krizlerde sermayenin iktidarını nasıl devam ettireceklerini ve bu krizlerin maliyetini işçilere ne şekilde ödeteceklerini düşünürler.

Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nı yenen güçtü. Bunu büyük ölçüde tek başına yapmış, iddia edildiğinin aksine müttefiklerinden çok sınırlı yardım görmüş ve o yardımın büyük bölümü de savaşın sonucu kesinleştikten sonra yapılmıştır. Bu zaferin bedeli, en az 25 milyon Sovyet vatandaşının hayatını kaybetmesi oldu ve bu olurken Sovyetler Birliği’nin nüfusu 170 milyon civarındaydı. Savaş bittiğinde, hemen her insan en az bir akrabasını kaybetmişti.

Bu ağır travmanın ardından toplumun bir süreliğine rahatlatılması gerekiyordu ve sosyalizmin bir mücadele toplumu olma özelliği politik ve ideolojik olarak askıya alındı. Ne var ki, dönemsel bir ihtiyaçtan doğan bu politik hamle dönemsel olarak kalmadı ve kalıcı bir rehavet haline dönüştü. Önce Sovyetler Birliği’nin en zorlu mücadele dönemi olan sosyalist kuruluş yıllarında atılan adımlar ve alınan önlemler mahkûm edilmeye başlandı, ardından sosyalizm ile kapitalizmin “barış içinde bir arada yaşayabileceği” yönünde tezler, sosyalizmin kapitalizmi ekonomik olarak yeneceği iddiaları resmi söylem haline getirildi.

Bununla birlikte, Sovyetler Birliği’nin emperyalizmle mücadeleyi üçüncü dünyada vermesi ancak emperyalizmin ideolojik merkezi olan Batı Avrupa’da etkisinin giderek kaybetmesi emperyalist propagandanın Sovyetler Birliği’ndeki etkisini artırdı. Yaklaşık kırk yıl süren bu uzun dönüşüm, Sovyet insanını ideolojik olarak silahsızlandırdı, mücadeleye ve nihai zafere olan inancını zayıflattı ve kapitalizmin çürütücü etkilerine açık hale getirdi.

Sovyetler Birliği nihayetinde başını Garbaçov ve Yeltsin’in çektiği bir grup hainin politik komplosuyla yıkıldı, ama bu komployu mümkün hale getiren de, hainlerin Sovyetler Birliği Komünist Partisi saflarında bu denli yükselmesini mümkün hale getiren de bu dönüşümdü.

Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün Sovyet topraklarında sosyalizmin insanlığa kazandırdıklarıyla ilgisi yoktur. Daha iyisi her zaman mümkündür, ancak Sovyet sosyalizminin yalnızca yenilgisine odaklanmak, arkasında patronların olduğu bir ideolojik saldırıdır. Sosyalizmin somut olarak neleri başardığı da her defasında insanlara anlatılmalıdır. Çünkü kapitalizm sosyalizmin Sovyet deneyinde başardıklarının yanına bile yaklaşamamıştır.

Sosyalizm, geçtiğimiz yüzyılın sonunda ciddi bir yenilgiye uğradı. Aradan geçen süre içinde, bu yenilginin yalnızca eski sosyalist ülke halkları için değil, dünya üzerindeki tüm emekçiler için bir yıkım anlamına geldiği belirginlik kazandı. Geçmişte iş, eğitim, sağlık, konut ve ulaşım sorunu nedir bilmeyen eski sosyalist ülke yurttaşları, bugün, kapitalizmin yalnızca ışıltılı vitrin camları anlamına gelmediğini acı bir şekilde tecrübe etti. Artık kapitalizmin işsizlik, yoksulluk, emekçi çocuklarının okuyamaması, parası olmayanların sağlık hizmetlerinden yararlanamaması ve ellerine geçen az miktardaki paranın da konut ve ulaşım harcamalarına gitmesi anlamına geldiğini onlar da biliyor.

Diğer yandan, sosyalizmin yenilgisinden bu yana, emperyalistler ve sermaye sahipleri, emekçilere çok daha pervasızca saldırıyor. “Sosyalizm tehdidi”nin zayıf düşmesinden bu yana, emperyalist ülkelerdeki emekçiler de, özelleştirmelerle, sosyal devletin tasfiye edilmesiyle, eğitimin paralı hale getirilmesiyle ve taşeronlaştırmayla karşı karşıya.

Evet, kapitalizm henüz “ölmedi”. Ölmediği için de, öldürmeye devam ediyor! Sosyalizmin bir kutup olmaktan çıkmasının ardından, savaşlar ve katliamlar başımızdan eksik olmadı. Kapitalizm ölmediği gibi bir dizi musibeti yaşatıyor da… Gericilik, yobazlık, kültürsüzlük, yozlaşma ve savaşlar kapitalizm sayesinde, kapitalizm onları istedi diye yaşıyor. Eğer ölen bir şey varsa, o da, ekonomik ve toplumsal gelişmenin ancak “serbest piyasa” koşulları altında, yani kapitalizm koşulları altında sağlanabileceği iddiasıdır.

Sosyalizm tabii ki Sovyetler Birliği’yle birlikte ölmedi. İnsanın insanı sömürdüğü kapitalizm var olduğu müddetçe, onu yıkmanın tek yolu olan sosyalizm mücadelesi de var olacak.

Alevilerin maruz kaldığı hakaretler ve ayrımcı politikalar, gerici ikiyüzlülüğün en büyük kanıtıdır. Sözüm ona “inanç özgürlüğünü” savunan gericiler, sıra kendi inançlarından olmayanlara gelince her türlü baskıyı mubah görür.

TKP, Alevilerin inanç ve ibadet özgürlüğünü yok sayan bu gerici zihniyete karşı çıkar. Aleviliğin “sapık bir inanç” olduğu şeklindeki tüm iddia ve aşağılamaları son derece tehlikeli bulur.

AKP ve yandaşlarının Alevilere neden düşman oldukları ortadadır. Her şeyden önce, AKP gerici bir partidir ve bütün gericiler gibi, başka inanışlara düşmanca yaklaşırlar. Çünkü her türden dinci gericilik, siyaseti ve toplumsal yaşantıyı somut bir şekilde dinselleştirmek istediği için, mezhepçi olmak zorundadır. Siyaset ve toplumsal yaşantı farklı dinsel yorumlara açık olamaz. Dinci gericilik doğası gereği dinin bir yorumunu esas alır ve diğerlerini dışlar. AKP’nin Aleviliğe düşmanlığının nesnel bir yanı vardır.

Dahası, Türkiye Alevileri arasında eşitlikçi, aydınlanmacı ve anti emperyalist duyarlılıklar güçlüdür. Bu nedenle, Alevilerin büyük çoğunluğu, dinin siyasete ve maddi çıkarlara alet edilmesine de karşı çıkar. Bu anlamda Aleviliğin İslamiyet’in bir mezhebine indirgenmesi yanlıştır.

AKP, Alevilerden dertlidir; çünkü Alevileri bir türlü kendine benzetememektedir! Çalıştaylar ve benzeri oyunlarına rağmen, Aleviler arasındaki yaygın AKP karşıtlığı yok edilememektedir.

Elbette Aleviler hepsi bir değildir. Aleviler içinde de gericiler, patron yandaşları vardır. Bunların neredeyse hepsi bir noktada AKP’cilik yapmaktan kaçamamış ve kendilerini belli etmiştir.

Alevilerin taleplerinin birçoğu, TKP’nin de siyasal ilke ve hedefleri arasındadır: TKP, zorunlu din derslerinin ve kimliklerdeki din hanesinin kaldırılması laik bir devletin olmazsa olmaz koşulu olarak görür. İnsanların inanç ve ibadet özgürlüğünü savunur. Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden devletin belli bir dini inancı ve mezhebi dayatmasına karşı çıkar. Sünni bir temelde örgütlenen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu haliyle lağvedilmesini gerektiğini savunur. 1993 yılında yakılarak katledilen 35 insanımıza mezar olan Madımak Oteli’nin müze olmasını ve cemevlerinin ibadet yeri sayılmasını talep eder. En önemlisi, TKP de Alevilerin çoğu gibi ülkemizi AKP’den kurtarmak derdindedir!

Patron, bir diğer deyişle kapitalist ya da sermayedar herhangi bir alanda üretimin yapılabilmesi için gerekli olan araçları elinde bulunduran kişidir. Bu araçlara sahip olmayanlar, emeklerini belirli bir ücret karşılığı kiralayarak üretimin gerçekleşmesini sağlarlar. Yani ne patronun kendisi bu araçları kullanarak üretim yapabilir ne de o araçlar emek gücü olmadan işe yarar. Üretim sonucu yaratılan değerin bir kısmı ücret olarak işçiye verilirken bir kısmına patron el koyar. Bu el koyma durumu sömürünün tam da kendisidir. Sömürü mekanizması kapitalist sistemi ayakta tutar. Bu mekanizma olmadan kapitalizmin ayakta kalma şansı yoktur.

Kişisel olarak bir sermayedarın hayır işleriyle uğraşması, yoksullara dönük kimi yardımlarda bulunması, hatta iyi ya da kötü bir insan olması bu mekanizmanın acımasızlığını ortadan kaldırmaz. Çünkü bir işçinin emeğini kiralayarak elde ettiği ücret, gerçekte emeğin ürettiği değerin çok daha altındadır. Bu durumda ‘yardımsever’ bir patronun bir hayır kurumuna bağışta bulunmasından daha önemli olan çalıştırdığı işçiye hak ettiği ücreti vermiyor oluşudur. Yardımseverlik görüntüsü aynı zamanda patronların kendilerini topluma sevimli gösterme çabasıdır.

Söz gelimi asgari ücretle çalışan bir işçi hayatını devam ettirebilmek için kimi ‘yardım’lara ihtiyaç duyuyorsa yapılması gereken yardımları artırmak değil, işçiye emeğinin gerçek karşılığını vermek olmalıdır. Ancak bunun mevcut sistem içerisinde gerçekleşmesi imkansızdır. Çünkü kapitalist sistem sermaye sınıfının egemen olduğu ve kurallarını bu sınıfın belirlediği bir sistemdir. Hiçbir patron bu kuralların dışına çıkmaz, kendi menfaatleri gereği çıkamaz.

TKP, sermaye sınıfı ve işçi sınıfı arasındaki bu tarihsel çelişkiden dolayı yani sermaye sınıfına düşman olduğu için patronlara karşıdır ve bu çelişki tek tek patronların kişilik özelliklerinden dolayı ortadan kalkmaz.

Ay-yıldızlı bayrak, emperyalizme ve işgalci güçlere karşı yürütülmüş bir kurtuluş savaşının sembolü olarak yükseltilen bir bayraktır. Antiemperyalist mücadeleyi simgeleyen bir bayrağın yurtseverlerin, devrimcilerin ve komünistlerin elinde iğreti durmayacağı açıktır.

Ancak Türkiye’de doğal olmayan şeyler yaşanmış ve yaşanmaktadır. Türkiye, kendisinin parçası ve asli unsuru olan Kürt halkının inkâr edildiği ve yok sayıldığı bir ülke haline gelmiştir. Bu inkâr politikalarının en önemli araçlarından birisi, ne yazık ki “bayrak” olmuştur. ABD beslemesi ırkçıların Türk-Kürt düşmanlığı yaratırken bayrağa sımsıkı sarılmaları onların zavallılığıysa bizim de utancımızdır.

Türk bayrağını yırtan ya da yakanlarla, başka halklara zulmederken eline bayrağı alarak poz verenler, bu ülkeyi büyük bir yıkıma doğru götürmektedir.

12 Eylül faşizmi sırasında Amerika’dan emir alan generaller, bayrağı bir işkence aracı olarak kullanacak kadar pervasızlaşmışlardır. Haftalar boyu gece gündüz İstiklal Marşı dinletilen tutuklular ucuna bayrak takılmış sopalarla dövülmüştür.

Bu uygulamaların geride kaldığı da söylenemez.

Devamı da var… Çetecilerin, uyuşturucu kaçakçılarının, çek-senet tahsil eden mafya özentisi serserilerin

cenazeleri Türk bayrağına sarılmakta, cezaevlerinden tahliye edilen katiller bayraklar eşliğinde “ulusal kahraman” ilan edilmektedir.

Bu ülkede “bayrak” suç işleyenlerin, işbirlikçilerin, ABD uşaklarının kendilerini aklama vesilesi durumuna getirilmiştir. Türk bayrağı, emperyalistlerin terör örgütü NATO bayrağının yanına dikilmiştir. Türk bayrağı, emperyalist Avrupa Birliği’nin binasının önünde dalgalanmaktadır.

Suçlarından, vatan hainliklerinden utananlar, bayrağın arkasına saklanmaktadır. Bizim mücadelemiz, faşistleri, ırkçıları, çetecileri, ABD uşaklarını bu bayrağı taşıyamaz hale getirmeye dönüktür. Eğer ay-yıldızlı bayrak bağımsızlığın ve egemenliğin sembolüyse, bu ülkeyi bağımlı hale getirenlerin, bu ülkeyi egemen bir ülke olmaktan çıkaranların elinde ne aramaktadır?

Ama aynı bayrak Haziran Direnişi sırasında AKP’ye karşı mücadelenin de bayrağı haline gelmiştir. Demek ki, Türk bayrağı da Türkiye’de pek çok şey gibi bir mücadelenin konusudur.

TKP, bayrağı ırkçı, çeteci, gerici, Amerikancı ve işbirlikçilerin eline terk etmeyecektir. Sosyalist mücadele kitleselleştikçe, toplumun daha geniş kesimleri gericiliğe ve işbirlikçilikliğe karşı harekete geçtikçe Türk bayrağı, bu kitlelerin elinde bir sembole dönüşecektir.

Hırsızların, yobazların, katillerin göğsünü gere gere dolaştığı bir ülkede, “emri ben verdim, çaldıysam ben çaldım” diye bağırdığı bir ülkede, dürüst, iyi, aydınlıktan yana insanlar kimliklerini gizlerse, bu memleket iyice yaşanmaz bir yer haline gelir.

Türkiye’de “takiye” kavramı AKP ve dinci gericilik sayesinde çok bilinir oldu. Olduğunda farklı görünme, sakınma, çekinme anlamlarına gelen bu sözcük gericileri gerçekten iyi anlatıyordu. Ama takiyecilik yalnızca onlara mahsus değil. Türkiye maalesef takiyecisi bol bir ülke ve olduğundan farklı davranmak meşru görülüyor. Bu nedenle komünistlere, bu isim insanları ürkütüyor, isminizi gizleyin, olduğundan farklı görünün, herkesle iyi geçini gibi tavsiyeler gelebiliyor.

Bunu asla yapmadık ve yapmayacağız. Biz komünistiz. İnsanın insanı sömürmediği, kaynakların verimli bir şekilde kullanıldığı, zengin bir toplumun yaratılabileceğine inandığımız için komünistiz. Komünistler yurtseverdir, toplumcudur, kamucudur, laiktir, adaletten, eşitlikten ve özgürlükten yanadır. Bu niteliklerinden dolayı komünist olmak, bizim için bir onur kaynağıdır. Şeriatçısının, ırkçısının, kapitalistinin kendi kimliğinden utanmadığı bir ortamda, komünistlerin kendilerini gizlemek şöyle dursun daha fazla anlatmaları gerekir.

Üstelik meselenin bir boyutu daha var. Dün sosyalizmin Türkiye’de iktidara gelmesinden korkan güçler, komünistler için söylenmedik yalan ve iftira bırakmamıştı. Bugün aynısı örneğin laik ve cumhuriyetçiler için de yapılmakta, olmadık yalan ve iftiralar dolaşıma sokulmaktadır. “Komünist” isminin halkı korkuttuğunu düşünen samimi dostlarımız, yarın insanları korkuttuğu iddia edilirse “laik veya cumhuriyetçi” olmaktan vazgeçerler mi? O yüzden mesele doğru bildiğin yolda, boynunu eğmeden, korkmadan yürüyebilme, kendi doğrularını milyonların doğrusu yapma meselesidir.

Komünistlerin bu samimiyeti ve dürüstlüğü insanların korkmaması için bir sebep. İnsanlarımız “komünist” isminden korkmuyor. TKP, isminden dolayı özel bir zorluk çekmiyor.