1972 yılında Stockholm’de düzenlenen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı’nın üzerinden 50 yıl geçti. Bu konferans sonucunda alınan kararla her yıl 5 Haziran Dünya Çevre Günü olarak kutlanıyor. Oysa ki, son 50 yılda çevre konusunda, mücadele ile elde ettiğimiz kazanımlar dışında kutlanacak bir şey olmadı! Sermaye her zamankinden daha yıkıcı şekilde doğaya saldırıyor.
Geçtiğimiz yıl aşırı sıcak ve kuru havanın etkisiyle yüzlerce orman yangını çıktı, binlerce hektar orman yanarak küle döndü. Aşırı yağışlar nedeniyle Batı Karadeniz bölgesinde şiddetli seller meydana geldi. Marmara Denizi’nde kirliliğe bağlı olarak müsilaj ismi verilen salya patlaması yaşandı.
Orman yangınları sonucunda pek çok yurttaşımız evini, pek çok canlı hayatını kaybetti. Seller dere yataklarına plansızca inşa edilen evleri yuttu, can kayıplarına neden oldu. Müsilaj denizlerdeki canlı yaşamını baskı altına aldı, balıkçılığı olumsuz etkiledi, denizler yüzülemez oldu.
Bize tüm bu felaketlerin iklim değişikliğinden kaynaklandığı anlatılıyor. Oysa, ormancılık gerçekten ormanları korumaya yönelik olsaydı, kentleşme halkın refahına ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına yönelik olsaydı, denizler kirlilikten gerçekten korunsaydı… İklim değişikliğine bağlanan tüm bu felaketler aslında engellenebilirdi. Kaldı ki, iklim değişikliği başımıza durduk yere gelen bir felaket olmaktan da çok uzak. İklimi kapitalist üretim biçimi içinde sermaye sınıfı değiştirmemiş gibi sorumluluk soyutlaştırılıyor.
Verdiğimiz bu örnekler sermayenin iştahına ve onun aygıtı olan devletin insafına kurban gitmiştir.
Bugün, ormanlarımız müteahhitlerin, maden ve enerji patronlarının tehdidi altında. Bu faaliyetler orman yangını riskini de artırıyor. Yangınla mücadelenin özelleştirilmesi her yıl binlerce hektar ormanın yanmasına neden oluyor. Orman ekosistemleri orman ürünleri endüstrisine ucuz hammadde sağlamak uğruna yapılan aşırı kereste üretiminden dolayı bozuluyor. Tüm bunlar ormansızlaşmaya yol açıyor. Canlıların yaşam alanları tahrip oluyor, biyolojik çeşitlilik azalıyor, pandemi meydana geliyor!
Bugün, nehirlerimiz adeta büyük bir atıksu şebekesinin kanalları haline gelmiş durumda. Hem kentlerin hem sanayinin atık suyu nehirler yoluyla ya da doğrudan denizlere dökülüyor. Mevcut arıtma tesisleri ya işletilmiyor, ya da işletilemiyor. Sonuçta Trakya ve İstanbul’un yükünü taşıyamayan Marmara Denizi müsilajla kaplanıyor, Ergene Havzası kirliliğe bulanıyor, içmesuyu kaynakları kirleniyor ve temiz suya erişimimiz gün be gün tehlikeye giriyor…
Gözümüzün gördüğü here yer plastik çöpleriyle kaplanmış halde. Denizlerden kıyılarımıza plastik çöpler vuruyor. Avrupa’dan sözüm ona geri dönüştürülmek için çöp ithal ediliyor. Liman kentlerimizde yeri göğü plastik çöpler kaplıyor, bu çöpler gelişigüzel atılıyor, yakılıyor, gerçek sorumlularından hesap sorulmuyor.
Kentlerimizde temiz hava soluyamıyoruz. Termik santrallere havayı kirletebilmeleri için imtiyazlar sağlanıyor, plansız kentleşme ve sanayileşme kentlerde hava kirliliğine neden oluyor, organize sanayi bölgelerinden havaya zehir saçılıyor.
Bugün, kapitalizmin sınırsız kâr hırsının sonucunda meydana gelen iklim değişikliği geri çevrilemeyecek bir mertebeye erişmiş durumda. Buna bağlı aşırı sıcaklar, seller, fırtınalar meydana geliyor. Hükümetler bir araya gelip ısınmayı sınırlandırmak için at pazarlığına oturuyor. Bu arada iklim değişikliğinin esas yükü halka yükleniyor. Emekçilerin tüketim alışkanlıklarını değiştirmeleri, karbon ayak izlerini azaltmaları, bireysel önlemler almaları ön plana çıkarılarak kapitalizmin sorumluluğu örtülmeye çalışılıyor.
Tüm bunlar bir yanda dururken, partili Cumhurbaşkanı Erdoğan yeşil dönüşüm seferberliğine girişiyor ve 2053 yılı için sıfır karbon salımı hedefi açıklıyor. Bu elbette çevrecinin daniskası olmanın gereğinden değil, kapitalizmin yönelimlerinden kaynaklanıyor. Çevre krizini engellemek için girişildiği söylenen yeşil dönüşüm kapitalizmin “çevreci yeni teknolojilerle” yeniden şekillendirilmesinden ve yeni pazarlar açılmasından ibaret. Çevreyi yeşil vergilerle, karbon pazarlarıyla, yeşil teşviklerle korumayı iddia eden bu sözde yeşil düzende şirketlerin emeğin ve doğanın sömürüsü üzerinden kâr elde etme amacı değişmiyor.
Biz, dünyanın ve ülkemizin karşı karşıya olduğu bu sorunların kapitalizm yıkılmadan çözülmeyeceğini biliyoruz. Bu sorunların çözümü, tüm kaynakların ve teknolojik ilerlemenin toplum yararına, herkesin refahı gözetilerek kullanıldığı, ekonominin ekosistem yaklaşımları benimsenerek toplumcu bir perspektifle planlandığı bir düzende mümkün olabilir.
Türkiye Komünist Partisi, sermayenin egemenliğini yıkmak, emeği ve doğayı özgürleştirmek için tüm olanaklarıyla mücadele edecek. İnsanın ve doğanın sömürülmediği o düzeni kuracak ve o zaman gerçekten çevre gününü de kutlayacağız.
Türkiye Komünist Partisi