Dünya Çevre Günü nedeniyle 1 Haziran’dan itibaren dünyanın pek çok yerinde doğal ve yapılı çevredeki bozulmaların nasıl tamir edileceğiyle ilgili resmi ve gayrı-resmi çok sayıda toplantı gerçekleştirilecek. Böylece çevre sorunları bir süreliğine de olsa kamuoyunda tartışılacak. Televizyon, gazete, dergi ve internet sitelerinde en güzelleri arasından özenle seçilmiş doğa manzaraları, en istisnai yaban hayatı kareleri ile kuraklıktan damar damar çatlamış topraklar, emisyon salan bacalar ve okyanuslardaki çöp adalarının resimleri yan yana boy gösterecekler. Radyo programlarında, podcastlerde, Facebook’da ve Twittter’da üzerinde yaşadığımız gezegene artık daha fazla zarar vermemek için tüketici olarak sahip olmamız gereken hassasiyetler üzerinde durulacak. Çarpıcı fotoğraflar Whatsapp gruplarından binlerce kez paylaşılacak.
Bütün bu etkinliklerde başlı başına bir sorun yok tabii ki. Hatta pek çok insan bu etkinliklere gerçek bir sorumluluk duygusuyla katılacaktır. Ne var ki, sorunların gerçek nedenlerini sorgulamanın özenle tartışma dışına itildiği bu etkinlikler insanları sadece çevre tahribatının dramatik sonuçlarıyla baş etmeye yönlendirdiği için, maruz kaldığımız sömürü ve yağma seferberliğinin önünde bir sis perdesi işlevi görecektir.
Oysa gerçek bu sisle kapatılamayacak kadar açık ve çarpıcı olarak karşımızda duruyor. Dünya üzerinde sermaye sınıfları zenginliklerine zenginlik katmak için emekçilerin sömürüsünü arttırma yarışı içindeler. Sahip olduğumuz bütün üretim ve refah araçlarını elinde bulunduran patronların birbirleriyle girdikleri rekabetteki en önemli silahları yeni teknolojiler geliştirmek ve maliyetleri azaltmak. Bunlar için de hem doğadan koparıp aldıkları varlıkları ucuza getirmek, hem de doğaya verdikleri zarar için ciddi bir bedel ödememeleri gerekir. Yeni teknikler örneğin, verimi arttırıyorsa, toprak suni gübreyle bozulabilir, tarım işçisi zehirlenebilir, pestisitler tarımsal ürünle tüketiciye yedirilebilir. Bugün dünya üzerindeki ortalama bir kapitalist ülkenin kamu idaresinin temel görevi bu maliyetleri çeşitli yollarla emekçi sınıfların omuzlarına yıkmaktır. Bu nedenle, çevre sorunlarının kaynağına karşı mücadele vermek için gerçek bir sınıf mücadelesi verilmesi gerekir.
Ülkemiz ise hızla ortalama bir kapitalist ülkeyi mumla aratır bir noktaya sürükleniyor. Belki Türkiye’de çevre yönetimi hep sorunluydu, ancak nicedir Türkiye’de bir çevre politikasının, bir çevre idaresinin olduğunu söylemek mümkün değil. Adında çevre sözcüğü geçen bakanlıklar her türlü yıkım için bir onay makamı haline gelmiş bulunuyor. Bugün Türkiye’de fiilen Anayasal bir hak olan sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşam hakkını koruyan herhangi bir kamu kurumu bulunmuyor. Kamu adına, toplumun geleceği adına, ülkemizin doğal varlıkları adına hiçbir politika geliştirilmediği gibi, bu kurumlar ülkeyi adeta teslim almış olan bir yağma ve talan kampanyasına zemin hazırlama görevi üstlenmiş durumdalar.
Kentsel dönüşüm projeleri, millet bahçeleri, atık ithalatı, HES’ler, JES’ler, RES’ler, termik ve nükleer santraller, bilumum enerji tesisleri, kanallar ve kuleler, madenler, limanlar sadece bir avuç patronun çığ gibi büyüyen sermayelerini korumaları için ihale ediliyor.
Bugün Türkiye’de temiz bir hava solumamız için çalışan bir kamu idaresi yok! Kitlesel ölümler, kronik hastalıklar dahil çok ciddi sağlık sonuçları olan hava kirliliğine karşı, ne planlı bir kentleşme politikası mevcut ne de termik santrallerin bacalarından çıkan emisyonların yarattığı hava, toprak ve gıda kirliliğini dert edinen bir yönetim. Sadece Ankara, İstanbul, Bursa gibi büyük kentler ya da Yatağan, Dilovası, Çan gibi hava kirliliği artık kanıksanmış yerleşim yerlerinde değil, ülkenin neredeyse yarısında yılın önemli bölümünde temiz hava solumak mümkün olamıyor. Türkiye bugün ne havayı kirletmeden konutlarını ısıtabilecek bir gelir ve refah dağılımına sahip, ne de sanayisini halk ve çevre sağlığına zarar vermeden geliştirebilecek bir planlama becerisine.
Bugün Türkiye’de herkesin musluğundan içilebilir suya erişmesine hizmet eden bir kamu idaresi yok! Çünkü ülkemizdeki yüzey sularının yaklaşık %79’u evlerden ve sanayilerden gelen atıksular, zirai ilaç ve gübre kullanımı ve çöplerle kirlenmiş durumda. Yeraltı suları da tarımsal üretimdeki büyük kontrolsüzlük nedeniyle aynı durumda. Kamu idaresinin Ergene örneğinde olduğu gibi en temel arıtma yükümlülüklerini sürekli olarak ertelemesi sanayicilerin su havzalarını istedikleri gibi kirletmesine göz yumulması anlamına geliyor. Öte yandan kentleri besleyen arıtma tesislerinin arıtım düzeyleri de tartışmalı. Sonuç olarak halk pet şişe ve damacanaya mahkûm bırakılmış durumda.
Bugün Türkiye’de denizlerimizdeki kirliliği ve canlı türleri ve sayılarındaki azalışı engelleyebilecek, Marmara’yı, Salda’yı koruyabilecek bir kamu idaresi yok! Yıllarca sanayi ve evsel atıksuları denizin derinliklerine seyrelsin diye salmayı bir çözüm olarak kabul eden, artan deniz taşımacılığı trafiğine yeterli kontrol tedbiri almayan kamu idaresi bugünkü salyalardan sorumludur.
Bugün Türkiye’de atık üretimini kontrol edebilecek bir kamu idaresi de yok! Ülkede üretilen atıkların ayrıştırılması son derece sağlıksız koşullarda çalışan sokak toplayıcılarına terk edilmişken, bir yandan da ülkemiz dünyanın atık ithalatı cenneti haline getirildi. Plastik atık ticareti, maliyetleri topluma ve gelecek nesillere yükleyebildiği sürece, çevre sorunlarının aslında sermayenin en kârlı sektörlerinden biri olduğunun canlı örneği. Kamu idaresinin uyguladığı yatırım teşviki, vergi muafiyeti gibi destekler sayesinde Türkiye 2019 yılında dünyanın en çok plastik atık ithal eden ülkesi oldu.
Bugün Türkiye’de doğal varlıklarının tahribini önleyebilecek, en azından kontrol altında tutabilecek bir kamu idaresi de yok! Nerede bir sermayedar yatırım adı altında bir sömürü çarkı inşa edecek olsa, orada kamu idaresi her türlü kolaylığı sağlamak için seferber oluyor. Çevre mevzuatının temeli sermayeye “engel çıkarmamak” politikası üzerine kurulmuş durumda. Ülkedeki bütün su havzalarına ekonomik rasyonellerinin bile kat kat üzerinde HES ruhsatı verilmiş durumda. Maden ruhsatlarında durum daha da beter. Bunların karşısında ÇED gibi uygulamalar tamamen içeriksizleşmiş ve etkisizleşmiş durumda. Birbirinin kopyası raporlar sadece şekil şartını yerine getiriyor.
Öte yandan, Türkiye’deki zaten can çekişmekte olan hukuk sistemi, çevre vakaları söz konusu olduğunda bir çare olmaktan çoktan çıkmış durumda. Bir yerde yerel bir mahkeme halk yararına bir karar verse, hemen üst mahkeme kararı sermaye lehine bozuyor ve yeniden itiraz yollarını da kapamak suretiyle nihai kararı veriyor.
Bu nedenle, elimizde doğal ve yapılı çevredeki tahribatlarla yüz yüze kalan emekçilerin, köylülerin, mahalle ya da kent sakinlerinin bu yıkıcı politika ve uygulamalara karşı mücadelesinden başka olanak bulunmuyor. Bu mücadelelerin karşısına çıkarılan ölçüsüz şiddetin ve hukuksuzluğun nedeni, sermaye sınıfının çevre mücadelesinin esaslı bir sınıf mücadelesi olduğunu bilmesidir.
Bu nedenle, İkizdere’den Kaz dağlarına, Kirazlıyayla’dan Akkuyu’ya, Gerze’den Aliağa’ya doğayı ve yaşamı savunmak için kararlı ve cesur mücadeleler veren köylüleri, emekçileri selamlıyoruz.
Doğanın talanına son verecek olan sermaye egemenliğinin yıkılması; sermeye egemenliğine son verecek olan da sınıf mücadelesidir.
Emeğin sermaye için sömürülmediği, doğanın refah vaadiyle kurban edilmediği bir düzen acil, gerekli ve mümkün. Hep birlikte kuracağız!
Türkiye Komünist Partisi