Yıllar önce Çetin Altan’ın 1965’te başlayan milletvekilliği serüveninde yaptığı konuşmaları okuduğumda, Meclis kürsüsünün etkili bir biçimde nasıl kullanılabileceğini anlamıştım.
Çetin Altan, dönemin Türkiye İşçi Partisi listelerinden bağımsız milletvekili seçilmişti. Marksist değildi, aslında sosyalist de değildi ama çok etkiliydi.
60’larda yıllar boyu sermayenin, gericiliğin, sağcılığın elinde kötürümleşen toplum ilk kez yaygın bir biçimde adalet, eşitlik, kalkınma, bağımsızlık gibi değerlerle tanışıyor, yeni bir arayışa giriyordu.
Bu arayışın bazı isimleri arkadan itmemesi mümkün değildi. Çetin Altan Meclis’te iyi konuşuyordu ama konuşmasa zaten yazılarıyla ortalığı sarsıyordu. Vekil olmadan önce, özellikle Akşam’daki yazıları ses getiriyor, gündem belirliyordu.
1960’larda TİP’ten TBMM’ye girenlerin bir bölümü gerçekten etkili oldu. Duruşlarıyla, konuşmalarıyla, dirençleriyle…
Dönem Türkiye’de artık çağdaş bir işçi sınıfı gerçekliğiyle, etkili bir gençlik hareketiyle yüzleşmek zorunda kalan düzen açısından bir “test” anlamına da geliyordu.
Milletvekillerini dövdüler, lince kalkıştılar, en sonunda darbe ile solun örgütlerini dağıtıp küçülttüler. Seçim sistemini bir daha bu yaygınlıkta bir sol temsiliyete izin vermeyecek şekilde yeniden ve yeniden ve yeniden düzenlediler.
Böylece toplumsal bir uyanışın düzenin boşluklarının yardımıyla Meclis’e kendi kaynakları ile girdiği bir dönem kapandı.
1960’lardaki seçim başarısına öykünen, onu tekrar etmeyi kafaya koyan kişiler, hatta siyasi hareketlerle sonrasında çok sık karşılaşıldı. Bir yere kadar doğal. Çünkü iyi-kötü ortada bir başarı ve etki vardı.
Emek vermeden kazanmayı meşrulaştıran 12 Eylül ve Özal dönemlerinin ardından, devrime ve sınıf mücadelesine inancı yitiren solun buradan her şeyin Meclis’e girmekle başlayacağı sonucunu çıkarması kaçınılmazdı.
Oysa sorun solun Meclis’te temsil edilmemesi değildi. Sorun solun Meclis’te de temsil edilmeyi sağlayacak bir toplumsal etki ve örgütlülüğe sahip olmamasıydı.
Kimileri toplumsal etki ve örgütlenmenin başlangıcının Meclis’te temsiliyet olduğunu düşünüyor. Bu düşünce yeni değil.
Hesap şu… Toplum düzen siyasetinden kopmuyorsa, kafasını parlamentonun dışındaki mücadeleye çevirmiyorsa, o zaman işe parlamentodan başlanır ve topluma parlamentodan ulaşılır.
Bu yaklaşımın Marksizm’le ilişkisini sorgulamayacağım. Böyle bir ilişkinin olmaması kimseyi ilgilendirmiyor. Türkiye’de solun çok geniş bir kesimi Marksist referansları tamamen terk etti ve güncel siyasete odaklandı. Dolayısıyla Marksizm içi bir tartışmanın yararı yok. Parlamento merkezli “sol projelere” yine güncel siyasette yanıt üretilmesi gerekiyor.
Biz de bunu yapıyoruz.
“Önce ilgi yaratıp rüzgar estirelim, sonra örgütleniriz”in bir karşılığı yok.
Önce “ne yapıp edip siyasette bir kürsü elde edelim” taktiğini uyguladıktan sonra, o yapıp ettiklerinizi bir kenara koyup yeni şeyler yapma şansınız da yok.
Türkiye’de sol, sol da demeyeceğim komünistler, örgütlü ve ilkeli bir mücadele ile belli bir toplumsal alanı tutup bununla siyaset alanına girmek dışında bir seçeneğe sahip değil. CHP ya da HDP’nin içinden ya da onların himayesinde bazı mevziler kazanmanın toplumsal sonucu, bu iki partinin şekillendirdiği toplumsal ve siyasal kaynaklara bağımlı hale gelmektir. Bunun kısa erimli getirisi, yaratacağı kalıcı tahribat hesaba katıldığında büyük ölçüde değersizdir.
Sözü edilen aktörlere hiçbir biçimde dayanmadan başarıya ulaşan ve özgün bir ittifakın ürünü olan Dersim deneyi bu açıdan öğreticidir.
Komünistler bu deneyleri çoğaltacak, düzen siyasetine her platformda yenilgi yaşatacak, Meclis’te temsiliyet sağlayacak ve bunu devrimci bir stratejiye bağlayacak birikim ve kaynaklara sahip durumdadır.